25 Eylül 2007 Salı

amerika

Amerika'nin Düzeni

    "Amerikan tarihinde ilk kez olarak, artik diasporada yasadigimiz hissine kapilmiyoruz. Çünkü ABD, artik bir goyim (yahudi-olmayan) hükümeti tarafindan yönetilmemektedir; aksine yönetimin her kademesinde, her karar asamasinda yahudilerin büyük rolü vardir. Bu nedenledir ki, yahudi seriatinda 'goyim yönetimi' kavrami ile baglantili olarak yer alan bazi kurallar, ABD için yenibastan gözden geçirilmelidir."

    — Ekim 1994'te Washington DC'deki Adath Yisrael sinagogunda hahambasinin yaptigi konusmadan.

Körfez Savasi'nin ardindan Baskan Bush, savasi tek basina organize edip kolaylikla kazanmis Amerika'nin lideri olarak, "yeni bir dünya kuruluyor, simdiye kadar tanidigimiz dünyadan farkli bir dünya, bir yeni dünya düzeni" demisti. Çogu insan, bu "Yeni Dünya Düzeni" kavramindan, dünyanin artik Yalta Konferansi sonrasinda kurulan stratejik sistemden ve Soguk Savas'tan kurtuldugu mesajini anladi.

Bu mesaja göre, artik dünyada tek bir süper güç vardi. Amerika, sosyalizmin temsilcisi olan Sovyetler Birligi ile giristigi uzun savasi kazanmisti. Hem Amerika, hem de onun temsil ettigi ideolojik ve kültürel sistem (buna kapitalizm ya da liberal demokrasi denebilir) galip gelmisti. Dolayisiyla "Yeni Dünya Düzeni" mesajini, dünyanin artik Amerika'nin ve temsil ettigi sistemin egemenligi altina girdigi seklinde de yorumlamak mümkündü. Nitekim kisa bir süre sonra CIA baglantili bir Amerikali "düsünür", Francis Fukuyama, ortaya çikti ve "tarihin sonu"nun geldigini öne sürdü: Ona göre liberal demokrasi ebedi bir zafer kazanmisti ve dünya üzerinde artik hiçbir sistem liberal demokrasiye karsi direnemeyecekti.

Kisacasi, Yeni Dünya Düzeni, Amerikan hegemonyasi altinda ve Amerikan ideolojisi çevresinde kurulacak bir dünya sistemini ifade ediyordu. Bush'un "yeni bir dünya kuruluyor" derken kastettigi buydu.

Ancak bu noktada, "Amerikan hegemonyasi" kavramini daha bir yakindan incelemek gerekmektedir. Çünkü Amerika da, diger pek çok ülke gibi bir grup elit tarafindan yönetilir ve karar mekanizmalari bu sinirli grubun elindedir. Eger bir "Amerikan hegemonyasi"ndan söz edilecekse, bu kuskusuz sokaktaki Amerikalinin degil, Washington'i yöneten sözkonusu sinirli kadronun hegemonyasi anlamina gelecektir. Yeni Dünya Düzeni slogani altinda dünyayi sekillendirmeye soyunanlar, bu sinirli kadronun beyinleridir.

Peki kimdir bu kadronun beyinleri? Dünyayi sekillendirmeye, hegemonya altina almaya soyunan bu kadronun, bu elit grubun belirgin bir vasfi var midir? Bunlar, "Amerikanizm" adina mi, yoksa bir baska ideoloji ya da kimlik adina mi dünya hegemonyasi kurmaya kalkmaktadirlar? (Önceki bölümlerde inceledigimiz bilgiler, bizlere bu tür bir "komplo teorisi" sorusu sorma hakki vermektedir.)

"Yeni Dünya Düzeni" kavraminin kimin icadi oldugu, bu sorunun cevabini bulma yolunda bir baslangiç olabilir. Amerikan People dergisi, Bush'un agzindan duyulan "Yeni Dünya Düzeni" kavraminin gerçek mimarinin Baskan'in Ulusal Güvenlik Danismani Brent Scowcroft oldugunu yazmisti.1 Peki Scowcroft kimdi?... Bu soruyu Washington kulislerinde sordugunuzda size Scowcroft'u çok iyi tarif eden bir cevap verirlerdi: "Kissinger's yes-man" yani "Kissinger'in evet-efendimcisi." Evet, Brent Scowcroft, son 30 yildir Washington'in en önemli isimlerinden biri olan eski Disisleri Bakani Henry Kissinger'in ögrencisi ve de sag koluydu. Kissinger'in kurdugu think-tank ve lobi sirketi Kissinger Associates'in yönetim kurulunda yer alan Scowcroft, ustasina olan sadakat ve hayranligi ile taninirdi.

Bu durumda "Yeni Dünya Düzeni" kavraminin ardindaki asil beynin Henry Kissinger oldugu söyleyebiliriz. Peki Kissinger kimdi?... Nixon ve Ford yönetimleri sirasinda Ulusal Güvenlik Danismanligi ve Disisleri Bakanligi yapan ve bu dönem boyunca Amerikan dis politikasini adeta tek basina yöneten Kissinger, asrin en önemli politikacilarindan yalnizca biriydi. Bir Alman yahudisiydi ve yahudi olusuna da son derece önem veriyordu. Nitekim Disisleri Bakani oldugu siralarda, Israil'e verdigi çarpici destekle bunu ortaya koymustu. Noam Chomsky, Kissinger'i "Amerikan dis politikasini 'Büyük Israil' hedefine endekslemis kisi" olarak tanimliyor. Kissinger Disisleri'ndeki görevi sona erdikten sonra da Amerikan politikasi üzerindeki etkisini yitirmemis, önemli lobi ve think-tank'lerdeki etkisi, etrafindaki "adamlari"—Scowcroft bunlardan biriydi—ve 1982 yilinda kurdugu Kissinger Associates adli lobi sirketi ile her zaman için belirleyici bir rol oynamisti. Ve en önemlisi, Kissinger her zaman için Israil çizgisinin degismez bir savunucusu olmustu. Amerika'daki yahudi finans çevreleriyle de dikkat çekici bir yakinligi olan kurt politikaci, Amerika'daki ünlü yahudi lobisinin en önemli isimlerinden biriydi.

Kisacasi, "Yeni Dünya Düzeni" kavrami, yahudi lobisinin önde gelen üyelerinden biri tarafindan ortaya atilmis ve dünya gündemine sokulmustu.

Bu kuskusuz tek basina fazla bir sey ifade etmemektedir. Ama yine de bugerçegi, "Yeni Dünya Düzeni"nin ve dünyaya egemen olmaya kalkan gücün gerçek kimligini bulmak için girisilecek detayli bir arastirmanin ilk basamagi olarak sayabiliriz. Bu ilk basamakta karsimiza çikan yahudi faktörü, oldukça anlamli ve yol göstericidir.

Amerika ve Yahudiler

Bu kitabin ilk bölümünde Amerika ile ilgili son derece ilginç bazi bilgiler bulmustuk. Bu bilgiler, Amerika ile yahudiler arasinda son derece farkli bir iliskinin bulundugunu göstermektedir. Kitayi kesfeden Kolomb'un gerçekte bir Kabalaci oldugunu ve yola "yahudiler için iyi bir yer" bulmak amaciyla çiktigini; ABD'nin temellerini hazirlayan Püritenlerin birer "yapay yahudi" olduklarini; ABD'yi kuran liderlerin Yahudilik'le çok yakindan ilgilenen birer Gül-Haç ya da mason olduklarini; zaten masonlugun ülkeye yahudiler tarafindan getirildigini ve ülkenin kültüründe Püriten mirasindan kaynaklanan önemli bir yahudi sempatizanligi oldugunu biliyoruz.

Ancak Amerika'nin bugün nasil bir durumda oldugu bilmek daha da önemlidir. Çünkü "Yeni Dünya Düzeni"nin ilan edildigi su dönemde, Amerika, dünyanin tartismasiz tek büyük gücü olarak diger tüm ülke ve medeniyetlere karsi bir egemenlik kurma hedefindedir. Bu kitap boyunca, Kuran'in Isra Suresi'nde haber verilen "Israilogullari'nin tüm yeryüzünü kapsayan yükselis ve bozgunculugunu" aradigimiza göre, Amerika'nin bu dünya egemenligi hedefinin arkasinda yahudi önde gelenlerinin ne gibi bir rolü oldugunu bulmak zorundayiz.

Bir önceki bölümde, Amerikan politikasinda büyük rol oynayan CFR ve Trilateral Komisyonu gibi örgütlerin yahudi önde gelenlerinin denetimi altinda oldugunu kesfettik. Ancak bu, Amerika'daki yahudi gücünün yalnizca bir parçasidir. Ülke politikasini etki altina alan daha baska yahudi örgütleri de vardir. Bu yahudi örgütleri yalnizca ülke politikasi üzerinde degil, ayrica Amerikan toplumunun düsünce ve yasam tarzi üzerinde de etki sahibidirler. Ayrica Püriten mirasi, günümüzde de pek çok Amerikali'yi "judaizer" (yahudici, yahudi sempatizani) yapmaya devam etmektedir.

Iste simdi yahudilerin Amerika üzerindeki etkilerini bu farkli yönlerden incelemeye baslayabiliriz. Ilk göze çarpan yön, su ünlü "yahudi lobisi"dir.

Türkiye'deki yahudi cemaatinin yayinladigi Salom gazetesi, bir keresinde Amerikali yahudiler ile ilgili bazi önemli rakamsal bilgiler vermisti. Buna göre, tüm dünya yahudilerinin % 60'ini olusturan Amerikan yahudileri, özellikle maddi yönden oldukça güçlüydüler. Amerika'nin en zengin 400 ailesinin % 40'i yahudiydi (bu rakama Rockefeller gibi gizli-yahudilerin dahil olmadigini da unutmamak gerekir). Bu oran, yahudilerin Amerika'daki toplam nüfusun % 2.5'ini olusturduklarini düsününce kuskusuz oldukça çarpiciydi. Bir baska önemli bilgi, yahudilerin oy veren seçmenlerin % 5'ini olusturmalariydi. Bu da Amerikan yahudilerinin politikaya diger Amerikalilar'dan iki kat daha fazla ilgi duyduklarini gösteriyordu.2 (Amerika'da oy vermek zorunlu degildir ve oyverme orani yaklasik % 50'dir. Yahudilerin nüfusun % 2.5'unu olusturduklari halde seçmenlerin % 5'ini olusturmalari, oy verme oranlarinin genel nüfusa göre iki kat daha fazla oldugunu göstermektedir).

Yani Amerikali yahudiler, ülke nüfusunun geneline göre çok daha zengin ve politikayla da çok daha fazla ilgilidirler. Bu ikisi, yani zenginlik ve politikayi etkileme istegi, biraraya geldiginde genellikle ortaya politik güç çikar. Amerika'da da öyle olmustur. Sik sik duyulan "yahudi lobisi" kavrami, bu politik gücün bir sonucudur. Amerikali köse yazari Carl Rowan, bu konuya dikkat çekerek söyle demektedir: "Çok fazla paraya sahip olan çok fazla Amerikan yahudisi var ve bunlar oldukça uzun bir zaman önce politikacilara stratejik bagislarda bulunarak nüfus içindeki sayilarindan çok daha büyük bir güce ulasabileceklerini kesfettiler." 3

    Ancak bu güç hangi boyutlardadir? Eger Batili medyanin büyük isimlerine ya da onun yerli benzerlerine bakarsaniz, "yahudi lobisi"nin, Washington'da etkili olan diger bir çok "lobi"den biri oldugu izlenimine kapilabilirsiniz. Çünkü "yahudi lobisi" kelimesini duydugunuz kadar, "Ermeni lobisi", "Rum lobisi" gibi kelimeler de duyabilirsiniz. Bu durumda konuyu derinlemesine arastirmamis bir insan, Washington'da farkli uluslarin lobileri bulundugu ve yahudi lobisinin de bunlardan herhangi birisi oldugu gibi bir izlenime kapilabilir.
    Oysa gerçek oldukça farklidir. Yahudi lobisinin gücü, Amerika içindeki baska hiçbir sözde "lobi"yle karsilastirilamayacak kadar büyüktür. Washington'da çogu kez "yahudi lobisi" demeye gerek duymazlar; Edward Tivnan'in The Lobby: Jewish Political Power and American Foreign Policy (Lobi: Yahudi Politik Gücü Ve Amerikan Dis Politikasi) adli kitabinin girisinde vurguladigi gibi yalnizca "Lobi" derler. Çünkü "Lobi" dendiginde, bu ürkütücü kelime ile—neden ürkütücü olduguna birazdan deginecegiz—kimin kastedildigini herkes çok iyi anlar.

    Paul Findley'in Öyküsü

    Amerika'da yahudi lobisinin gücü ile ilgili yazilmis olan kitaplarin en önemlisi, 22 yil Amerikan Kongre'sinde 4 Illinois temsilciligi yapan Paul Findley'in They Dare to Speak Out: People and Institutions Confront Israel's Lobby (Konusmaya Cesaret Ettiler: Insanlar ve Kurumlar Israil Lobisi'yle Karsi Karsiya) (solda) adli kitabidir. Kitap, yahudi lobisinin gücünün sanilandan çok daha büyük oldugunu ortaya koyar. Findley, "Israil lobisi hakkinda konusmaya cesaret edebilen" Amerikali Kongre üyeleri, akademisyenler, yazarlar ve din adamlariyla yaptigi görüsmelere ve kendi kisisel deneyimlerine dayanarak, ülkesinin yahudi lobisinin denetimi altina girdigini ilan etmektedir.

    Findley'in öyküsü 1960'larda Kongre üyeligine seçilmesiyle baslamisti. Cumhuriyetçi Parti'den seçilen Findley, uzun yillar boyunca girdigi her seçimi kazandi. En çok ilgilendigi konulardan biri dis politikaydi. Bu yüzden sürekli olarak Kongre'nin Dis Iliskiler Komitesi'nde üyelik yapti. Kendisini They Dare to Speak Out'u yazmaya götüren macerasi ise 1972 Ortadogu Isleri Alt Komitesi'ne atanmasiyla basladi. Bu tarihten sonra Ortadogu ile yakindan ilgilendi. Ortadogu'ya yaptigi gezilerde pek çok Amerikali Kongre üyesinin bilmedigi seyleri gözleriyle gördü: Lübnan'da bulunan Sabra, Satilla ve Tel-Zaatar kamplarini yakindan inceledi. Bu arastirma ve geziler, onun Filistin yanlisi bir politika izlemesine neden oldu. Israil'in isgal altindaki topraklarda yaptigi uygulamalarini kinayan demeçler verdi. O siralar Israil'le savasan Yaser Arafat'la görüserek oldukça sansasyon yaratti. Findley, Ortadogu'ya yaptigi geziler sonucunda "Araplarin da birer insan olduklarini" anladigini söylüyordu.

    Ancak Findley'in tüm bu faaliyetleri, birilerinin gözünden kaçmiyordu. Bu "birileri", Washington'daki yahudi lobisinin liderleriydi. Lobi, Findley'i boy hedefi haline getirdi. Kisa sürede onun "gözü dönmüs bir antisemit" ve "korkunç bir neo-Nazi" oldugu propagandasina basladilar. Lobinin bu inanilmaz propagandasi, Findley'in yalniz kalmasiyla sonuçlandi. Kimse yahudi lobisinin hedefi haline gelen bir insanla birlikte gözükmek istemiyordu. 1980 yilindaki seçimlerden önce Findley (sagda) o siralar Amerika'nin Bati Almanya Büyükelçisi olan Arthur Burns'le görüsmüs, ona politik görüslerini anlatmisti. Burns, Findley'e tümüyle katildigini söyledi ve Findley bunun üzerine eski dostu Burns'den kendisini destekledigini belirten bir mektup yazmasini istedi. Ancak Burns olumlu cevap vermedi, "istedigin mektubu yazmam imkansiz. Nedenini biliyorsun, senin su Filistinliler hakkindaki düsüncelerin" dedi. Findley sasirmisti. Kitabinda söyle diyor:

      Bu konusmadan önceki ya da sonraki hiçbir olay beni Amerika'daki Israil lobisinin ne denli gizli bir güce sahip oldugu konusunda bu kadar düsündürmemisti. Bu büyük, nazik, cömert devlet adami, yirmi yillik dostum bile Israil lobisini bir yana birakip adayligim hakkinda bir iki iyi söz edemiyordu.5
    Lobi, Findley'in (solda) yolunu kesmek için her türlü kirli yöntemi kullandi. Bir keresinde Findley Chicago Belediyesi'ne dis politika hakkinda konferans vermesi için çagrilmisti. 500 kisilik bir dinleyici grubuna karsi konusmaya baslamadan an önce, salonun ortasinda biri bagirmaya basladi: "Bir telefon geldi, salonda bomba varmis." Salon bir anda bosalmisti. Findley, daha sonra yaptigi arastirmalarda bu "bomba ihbari" yöntemine yalnizca kendisinin maruz kalmadigini, özellikle üniversitelerde Israil'i elestirmeye cesaret eden konferansçilarin sik sik benzer "ihbar"larla baltalandiklarini ögrenecekti.

    Findley Lobi tarafindan damgalanmisti. Artik insanlar ondan cüzzamli gibi kaçiyorlardi. 1980 Kongre seçimleri öncesinde Baskan Reagan Illinois'e bir ziyarette bulundu. Kendi partisinin baskani olan Reagan'la birlikte kendi seçmeni önünde gözükmek, Findley'in en dogal hakkiydi. Ama Reagan'in kampanyasini organize edenler, böyle bir sey oldugu takdirde, "Baskan'in New York'tan alacagi oylari unutmasi gerektigini" söylemislerdi (New York, yahudilerin en yogun oldugu sehirdir). Reagan'in danismani, Lobinin hismindan korktugu için kampanya sorumlularina kesin bir emir vermisti: "Findley hiçbir sekilde Reagan'a yaklastirilmayacak." Nitekim öyle de oldu, Reagan'in partisinden Kongre üyesi olan Findley, Reagan'a 150 metreden fazla yaklasamadi. Kameramanlar, Reagan'i çekerken Findley'in ekranin ucundan bile gözükmemesine dikkat etmislerdi.

    Findley'i desteklemeye çalisanlar da oldu ama kisa sürede "hata"larini anladilar. Ünlü sanatçi Bob Hope, eskiden tanidigi Findley'e destek olmaya karar verdi. Hope'un menajeri Wary Grant da ayni fikirdeydi, "Kongre'de vicdaninin sesine kulak veren insanlara ihtiyaç var" diyordu. Ama bu olumlu yaklasim bir anda degisti. Findley'in kampanyasini yürüten Don Norton, Bob Hope'un menajerinden telefonda su cümleleri duydu:

      Bob Hope ülkenin her yanindan o kadar çok protesto mektubu ve telefonu aliyor ki, ne yapacagini sasirmis durumda. Hope'un 35 yasindaki yahudi avukati bile isi birakacagindan söz etmeye basladi. Inanilmaz bir baski var. Bob'un size yardim etmesi imkansiz.6
    Tüm bunlara ragmen Findley 1980 seçimlerini kazandi. Lobinin gazabindan kurtuldugunu saniyordu; ancak yanilmisti. Iki yil sonra yine Kongre seçimleri zamani geldiginde, Lobi daha önce kullandigi yöntemlerin yanina bir de Findley'in rakibini desteklemeyi ekledi. Findley'in Demokrat rakibi Durbin, Lobiden inanilmaz bir para yardimi aldi (Durbin'in seçim kampanyasi için harcadigi 750 bin dolarin 685 bini Lobiden gelmisti). Sonuçta Findley 1982'deki seçimleri çok az farkla kaybetti ve Kongre'ye veda etti.

    Bu olay, Paul Findley'in, ülkesindeki sistemde önemli bir gariplik oldugunu hissetmesine neden olmustu. Çünkü yalnizca Filistin sorunu hakkindakigerçekleri dile getirdigi için Lobi onu düsman ilan etmis ve daha da önemlisi son derece güçlü bir siyasetçi olmasina karsin onu Kongre'den uzaklastirabilmisti. Ayrica Findley "Israil düsmani" birisi de degildi, yalnizca Israil'in bazi politikalarini elestirmisti. Bu konuda They Dare to Speak Out'un girisinde sunlari söylüyor:

      Beni Kongre'den uzaklastirmak için neden bu kadar sikinti çekmislerdi?... Oylamalarin tamaminda Israil'e yardima olumlu oy kullanmistim. Kimi zaman Misir'a ve Arap ülkelerine son derece elestirel konusmalar yapmistim. Baskan Carter'in yardimi kisitlanmasina ikna etmeye çalisirken, bunu Israil'in Lübnan'a saldirilarini kesmesi için geçici bir uyari olsun diye yapmis ve Kongre'yi gelecekte Israil'e yapilacak olan askeri ve ekonomik yardima yetkili kilan bütün oylamalarda olumlu oy kullanmistim... Üstelik alt komitede ya da Temsilciler Meclisi'nde yaptigim konusmalarda Israil'i elestirirken yalniz da degildim. Benim ciddi bir tehlike olmadigimi biliyorlardi kuskusuz. Peki Lobi yalniz bir adamin zayif sesine bile tahammül edemiyor muydu?... Acaba baska Kongre üyelerinin de baslarina buna benzer olaylar gelmis miydi? Lobinin yalnizca beni hedef olarak seçmis olmasi mantikli görünmüyordu. Birilerinin artik neler olup bittigini açikça konusmasi gerekiyordu. Kongre disindaki yönetim kadrosu ve Baskan da kesinlikle etki altinda olmaliydilar. Acaba onlara ne tür yaptirimlar uygulaniyordu? ABD Baskani'ni korkutacak kadar güçlü olan Lobinin yönetimin üst kademelerinde mevzileri olmaliydi. Acaba baska nerelere uzanabiliyorlardi? Farkli mesleklerden insanlar üzerinde de denetimleri var miydi? Örnegin; bir üniversite kampüsünde ögretmen ve ögrencilerin konusma özgürlüklerine yönelik bana uygulanan türden baskilar var miydi? Din adamlarinin durumu neydi ya da is adamlarinin? Özgür bir toplumu olusturan yasamsal önemdeki insanlar ne durumdaydi? Gazeteciler, köse yazarlari, yayincilar, televizyon ve radyo istasyonlari ve yorumculari?7
    Bu sorular elbette ki son derece önemliydi. Bu nedenle Findley, bu sorularin cevabini bulmaya, Lobinin gerçek gücünü arastirip ortaya çikarmaya karar verdi. Kendisi gibi "Israil hakkinda konusmaya cesaret eden" kisilerle görüstü ve topladigi tüm bilgilerle birlikte They Dare to Speak Out'u yazdi.

    Ancak pek çok kisi Israil hakkinda konusmaya cesaret edememisti. Findley, bu konuda yasadigi sikintilari kitabinin girisinde söyle anlatiyor:

      Bu kitabin yazilmasinda emegi en çok geçen bes kisiye de isimlerini vererek tesekkür edemiyorum... Washington'da çalisan bu bes kisi, kitabin olusmasi için bana gerekli bilgileri verirken, bir yandan da bana sürekli olarak isimlerinin kesinlikle yazilmamasi gerektigini hatirlatiyorlardi. Israil lobisinin gücünü çok iyi bilen bu insanlar, isimleri kaynak olarak verildigi takdirde islerinden atilacaklarindan emindiler. Biri açikça 'size yardim etmekle büyük bir kumar oynuyorum. Eger duyulursa, isimden olacagim' demisti. Digerleri de benzeri seyler söylediler. Bu kitaptaki bilgilerin önemli bir kismi, Amerikan toplumunun Israil lobisinin faaliyetlerini bilmesini isteyen ama bunu açikça yapmaktan çekinen hükümet yetkililerinin gönüllü destegi ile ortaya çikmistir.8
    Findley bu sekilde kitabini hazirladi. Ancak bir sorun daha vardi; kitabi basacak yayinevi bulmak da oldukça zordu. Çünkü yayinevleri de Lobiden korkuyorlardi. New York'lu edebiyatçi Alexander Wylie, Findley'e "Amerika'daki hiçbir büyük yayinevinin kitabi basmaya yanasmayacagini" söylemisti. Öyle de oldu. Pek çok yayinevi, kitabi son derece çarpici bulmalarina karsin basmak istemediler. William Morrow sirketi, kitabi "çok etkileyici" bulmus ancak "ülke içinde ve disinda büyük problemler yaratabilecegi"ni öne sürerek bu "atesten gömlegi" giymeyi reddetmisti. Baska yayinevleri de yaklasik ayni gerekçelerle kitabi basmaktan kaçindi. Konunun "çok duyarli" oldugunu söylüyorlardi. Sonunda Lawrence Hill yayinevi cesur bir karar alarak kitabi basmayi kabul etti, böylece Findley'in deyimiyle "büyük bir kumar" oynamis oluyordu.

    Findley, They Dare to Speak Out'un girisine "Torunlarim Andrew, Cameron, Henry ve Elizabeth'e, her zaman korkusuzca konusabilmeleri dilegiyle" diye yazmisti. Kitap 9 hafta boyunca "best-seller" (en çok satan) oldu. 70 binin üstünde satti. Belli ki Amerikalilarin (Israil hakkinda) "korkusuzca konusabilmelerini" saglayamadi ama en azindan Lobinin inanilmaz gücünü ortaya çikardi.

    AIPAC; Washington'in Krali

    Eger bugün Amerikalilar Israil hakkinda "korkusuzca" konusamiyorlar, Israil'i elestiren bir söz ettiklerinde hayatlarinin alt-üst olacagindan çekiniyorlarsa, bunda en büyük pay kuskusuz AIPAC'e aittir. Uzun adi "American Israel Public Affairs Committee" (Amerikan Israil Halkla Iliskiler Komitesi) olan örgüt, yahudi lobisinin en önemli organidir ve adindaki masum "halkla iliskiler" ifadesinin aksine, oldukça tehlikeli bir örgüttür. AIPAC'e "bulasmak", Washington'daki hükümet yetkilileri ya da Kongre üyelerinin en büyük kabusudur.

    Findley, kitabinin AIPAC'i konu edinen bölümünün adini "King of the Hill" yani "Baskent'in Krali" koymakla herhangi bir abartma yapmamaktadir. Çünkü gerçekten de AIPAC, tarihte hiçbir lobi kurulusunun sahip olmadigi bir güce sahiptir; neyi isterse elde eder.

    Findley, AIPAC'in adini ilk kez 1967'de Disisleri Komitesi'ne atandiginda duydugunu söylüyor. Bir gün komitedeki odasinda Israil'in Suriye'ye yaptigi saldiriyi elestirirken ondan daha eski bir senatör olan William S. Broomfield söyle demisti: "AIPAC'ten Kenen senin bu söyledigini bir duysun, basina neler gelecek o zaman gör." 9 Broomfield'in sözünü ettigi kisi, AIPAC'in o zamanki yöneticisi I. L. Kenen'di.

    En basta AIPAC olmak üzere yahudi lobisinin baskisi sayesinde, Amerika Israil'e yilda ortalama 6-7 milyar dolarlik bir yardim yapmaktadir. Amerikan vergi mükellefleri için olumlu bir durum degildir. Yanda, "Israil paramizi alirken, Amerika aç kaliyor" pankartlariyla gösteri yapan Amerikalilar...

    Senatör Broomfield, AIPAC'in gücünü abartmis degildi. Örgüt gerçekten de Washington'daki en etkili kurulustur. Kongre üyeleri üzerinde büyük bir baski mekanizmasi kurmustur. Yahudi lobisine yakin medya kuruluslari—ki bunlar neredeyse tüm büyük Amerikan medya kuruluslarini kapsar—araciligiyla istedikleri kisi hakkinda olumlu ya da olumsuz propaganda yapabilirler. Ayrica çok güçlü bir istihbarat sistemleri vardir. Washington'daki resmi dairelerin herhangi bir koridorunda Israil ya da Israil lobisi aleyhinde edilen herhangi bir cümle, kisa sürede AIPAC'in kulagina varir. Ve bu da o sözü eden kimseiçin hiç olumlu olmaz. Eski bir senatör olan Paul McCloskey, bu konuda "Kongre, AIPAC'in estirdigi bir terör firtinasi altindadir" derken örgütün çalisma yöntemini de özetlemektedir. Uzun yillar Senato üyeligi yapan Paul Weyrich, AIPAC'in inanilmaz etkisini Findley'e söyle anlatir:

      Çok mükemmel bir sistem kurmus durumdalar. Eger onlarin istedigi gibi oy verirseniz ya da istedikleri türde konusmalar yaparsaniz, davalarina sicak bakan medyaya sizin hakkinizda olumlu seyler söyletirler. Tabii bunun tersi de geçerlidir. Eger onlarin hosuna gitmeyen bir sey yaparsaniz, ayni yolla bu kez rezil edilebilirsiniz. Uyguladiklari baski, senatörlerin, özellikle de destek arayan senatörlerin bakis açisini kolaylikla degistirecek kadar büyüktür.10
    Çogu Kongre üyesi böylesine organize bir güçle çatismaya girmekten korkar. Bu nedenle Washington'a gelen seçilmislerin çogu AIPAC'e sessizce boyun eger. 1984'e dek Kongre üyeligi yapan Clarence D. "Doc" Long, Findley'e söyle demistir:
      Çok uzun zaman önce AIPAC'in benden istedigi herseyi kabul etmeye karar verdim. Onlarin yaptiklari baskilarla karsilasmak istemiyordum. Benim seçim bölgem oldukça zorludur. Israil taraftarlarinin herhangi bir sorun olusturmasini istemiyorum. Bu yüzden kararimi verdim; istediklerini yapiyorum ve desteklerini aliyorum.11
    AIPAC'in "Eylem Alarmi" denen bir sistemi vardir. Eger bir Kongre üyesi hoslarina gitmeyecek bir sey yaparsa, yaklasik bin kisilik bir listeye "alarm" sinyali gönderirler. Bu bin kisi, Amerikan toplumu içindeki etkili yahudilerden olusmaktadir (büyük sermayedarlar, resmi görevliler, cemaat liderleri, gibi statü sahibi kimseler). "Alarm" verildiginde bu listedeki isimlerin hepsi hedefe yüklenmeye baslarlar. Telefonlar, fakslar yagar ve tehdit kokan "uyari"lar yapilir. Çok az Kongre üyesi bur tür bir baskiya meydan okumaya niyetlidir.

    AIPAC'in Kongre üyelerinden istedigi seyler ise bellidir: Onlardan Israil'le ilgili her oylamada Israil lehine oy kullanmalarini ister. Örnegin Israil'e yapilan Amerikan yardiminin artirilmasi, Israil'in uluslararasi platformda kayitsiz-sartsiz desteklenmesi gibi yapilan tüm oylamalarda AIPAC'in gölgesi vardir. Aslinda bir Kongre üyesinin Israil'e yapilan Amerikan yardiminin azaltilmasini istemesi son derece dogal bir seydir, hatta eger bir "yurtsever" ise bunu istemesi gerekir. Çünkü bu yardim dünyada örnegi görülmemis derecede büyüktür ve Amerikan ekonomisine de büyük zarar vermektedir. Amerikali Ortadogu uzmani Richard Curtiss, bu konuyla ilgili bir yazida çarpici bir benzetme yapmisti:

      Los Angeles banliyösü Northridge'i merkez alan 17 Ocak 1994 tarihli büyük California depreminin, toplam olarak 7 milyar dolar zarara yol açtigi hesaplaniyor. Israil'e yapilan yardimin 1993 senesi içinde Amerikan vergi mükelleflerine masrafi ise 6.321 milyar dolardi. Bu, California depreminin Amerikalilar için Israil'e yapilan yardimdan daha zararli oldugu anlamina gelir, öyle mi?... Hayir! Çünkü California'da her yil deprem olmamaktadir, oysa Israil bu yardimi her sene almaktadir. Baskan Clinton, 1994 ve 1995 mali yillarinda da ayni yardimin sürecegi sözünü vermistir. Hatta daha sonra Clinton samimiyetini göstermek için bu rakama bir 500 milyon dolar daha ekletmistir.12
    Iste Amerikalilara bu tür bir "hasar" veren dis yardim, en basta AIPAC'in sayesinde gerçeklesmektedir. AIPAC de tüm bu faaliyetini Israil'den aldigi direktiflere göre yürütür. AIPAC'le Israil Büyükelçiligi arasinda sürekli telefon baglantisi vardir. Ayrica AIPAC yöneticileri Elçilik görevlileri ile en az haftada bir kez toplanti yaparlar.

    Arap-Israil sorununa tarafsiz yaklasilmasini savunan Washington Report on Middle East Affairs dergisi, AIPAC'in Kongre üzerindeki etkisini elestirenlerden biridir. Dergi, sik sik, Bati Seria ve Gazze için kullanilan "occupied territory" (isgal altindaki toprak) deyiminden yola çikarak "Congress is an Israeli-occupied territory" (Kongre Israil isgali altindaki bir topraktir) sloganini kullanir. Bu da bir abartma degildir. Paul Findley, ABD'nin eski Sudan Büyükelçisi Don Bergus'un bu konudaki bir yorumunu aktarir. Eski diplomat söyle demektedir: "Disisleri Bakanligi'ndayken eger Israil Basbakani dünyanin düz oldugunu söylerse, Kongre'nin 24 saat içinde bu bulusu tebrik eden bir açiklama yayinlayacagi sakasini yapardik." 13

    AIPAC'in gücü özellikle 1970'li ve 1980'li yillarda hizla artti. Hatta 1983yilinda Baskan Reagan, Kongre'ye karsi AIPAC'ten yardim istemek durumunda kalmisti. Lübnan'daki Amerikan deniz piyadelerinin varligina karsi gelisen toplumsal tepkiyi ve bunun Kongre'deki yansimalarini asmak isteyen Reagan yönetimi, Kongre'yi etkileyemeyecegini görünce, çareyi Washington'in Krali"na basvurmakta bulmustu. AIPAC yöneticisi Thomas A. Dine'la özel bir görüsme yaparak Kongre'de Lobi destegi isteyen Baskan, gerçekten de AIPAC'in destegi sayesinde Kongre'ye Amerikan askerlerinin Lübnan'da kalmasini kabul ettirebildi. Bunun ardindan Reagan Dine'la yeniden görüserek AIPAC sefine "tesekkür"lerini iletti. Ocak 1984'de Washingtonian dergisi, Dine'i, Baskent'in en güçlü isimleri arasinda sayiyordu.

    AIPAC'i etkili yayin organlari da vardir. Near East Report adli haftalik bir dergi yayinlar. Dergi, su katilmamis Israil propagandasidir. Örgütün en etkili yayini ise ilk kez 1983"te yayinlanan ve her yil yeni eklemelerle gelisen The Campain to Discredit Israel (Israil'i Zayiflatma Kampanyasi) adli kitapçiktir. Bu bir tür "kara liste"dir; içinde Israil'i elestirmeye cesaret eden kisi ve kurumlarin isimleri yayinlanir. Bir kere bu "kara liste"ye giren kisi, kolay kolay baskidan kurtulamaz.

    AIPAC yalnizca seçilmis Kongre üyelerini yönlendirmekle kalmaz; istedikleri seçtirmek ve istemediklerinin de seçilmesini engellemek için çalismakta ve oldukça da basarili olmaktadir. Bunun en iyi yolu, AIPAC'in Israil yanlisi adaylarin seçim kampanyalarina yaptiklari dev maddi yardimlardir. Ancak AIPAC bu yardimlari dogrudan yapmaz. Amerikan kanunlari, bir lobi kurulusunun bir adaya 5 bin dolardan fazla yardim yapmasini yasaklamaktadir. Bu nedenle AIPAC, adaylara yardim yapmak için çok daha küçük lobiler, "politik eylem komiteleri" (PAC) kurmustur. Bu PAC'lerden Amerika'da 3.000"e yakin vardir. Bunlarin 75 tanesi görünür hiçbir baglanti olmamasina ragmen (örnegin hiçbirinin adindan Israil'le ilgileri oldugu anlasilmaz) da AIPAC'e bagli olan PAC'lerdir ve en çok para harcayanlar da bunlardir. AIPAC, bu küçük PAC'leri kullanarak dev miktarda para yardimlari yapabilmektedir. Israil yanlisi PAC'ler, 1988 seçimlerinde 477 adaya toplam 5.4 milyon dolar yardimda bulunmuslardir. Üç aday 200 bin dolarin üstünde yardim almistir. 1990 seçimlerin ise 402 adaya toplam 4.95 milyon dolar aktarilmistir. 1976-1990 tarihleri arasindaki seçimlerde Israil yanlisi PAC'ler toplam 21.9 milyon dolar "bagis" dagitmislardir. Bagislar, agirlikli olarak yahudi lobisine daha yakin olan Demokrat Parti adaylarina gitmektedir.14

    Bunlar kuskusuz büyük rakamlardir ve seçim kampanyasinin çok büyük önem tasidigi bir ülke olan Amerika'da, hiçbir aday, yahudi lobisinden gelen bu büyük finansal destegi görmemezlik edemez. Yahudi yazar Stephen D. Isaacs, Jews and American Politics adli kitabinda bir Kongre üyesinin su sözünü aktarir: "Bu ülkede politika yapiyorsaniz, hele de Demokratsaniz, arkanizda yahudi parasi olmadan bir yere varamazsiniz." 15 Bu finansal destegin yanisira, çogu kez medya destegi de yahudi lobisi kanaliyla gelmekte (ya da gitmekte)dir.

    Bu yüzden adaylarin çogu seçim kampanyasi boyunca ellerinden geldigince Lobinin gözüne girmeye çalisirlar. Seçildikleri takdirde Israil'e nasil destek olacaklarina dair sözler verirler (bu kural, Baskan adaylari için de geçerlidir). Seçildiklerinde ise sözlerinde durmak zorundadirlar. Çünkü iki yil sonra yine seçim zamani gelecektir. Ayrica AIPAC, ihaneti asla affetmez.

    Bu kurali bozan, yani AIPAC'in egemenligine karsi baskaldiran çok az kisi vardir Washington'in yakin tarihinde. Findley bunlardan biridir. Ona benzer bir avuç insan daha çikmistir, "Israil hakkinda konusmaya cesaret edebilen." Ve AIPAC, hepsini cezalandirmistir.

    AIPAC'in Gazabina Ugrayanlar

    Paul Findley'in kitabinin kapaginda resimleri yer alan "Israil hakkinda konusmaya cesaret edebilen" Amerikalilarin çogu politikacidir. Ancak bu kisilerin tümü AIPAC tarafindan cezalandirilmis, hemen hepsinin politik yasami sona erdirilmistir. Charles Percy, Adlai Stevenson, George Ball, J. William Fullbright, Paul McCloskey gibi sözkonusu Amerikan politikacilarinin basina gelenler, AIPAC'in ve genel olarak da Israil lobisinin gücünü anlamakta açiklayici olabilir.

    AIPAC'in en önemli özelliklerinden biri, Baskent'te konusulan her seyden haberdar olmasidir. Israil hakkinda Washington'da edilen her söz, AIPAC'in kulagina ulasir. Bu nedenle politikacilar ya da bürokratlar bu konuda uluorta konusamazlar. Findley AIPAC'in haber alma sistemini söyle anlatiyor:

      Kongre'nin ve Kongre'ye bagli çogu komitenin çalismalari halka açik olarak yapilir. Ve Israil'i ilgilendiren her toplantida mutlaka bir AIPAC temsilcisini not alirken görürsünüz. Bu temsilci Demokles'in Kilici gibidir; oradaki varligi, Israil hakkindaki en ufak olumsuz bir yorumun AIPAC merkezine aninda ulastirilacagini gösterir. Israil hakkinda olumsuz bir seyler söyleyen bir Kongre üyesi, toplantinin sonunda odasina döndügünde birbirini izleyen öfkeli ve 'azarlayici' telefonlarla karsilasacaktir. AIPAC lobicileri, Kongre'deki personel ve Kongre'nin çalisma sistemi konusunda gerçek birer uzmandirlar. Israil'in adi, kapali kapilar ardinda bile geçse, tam olarak ne konusuldugunu gösteren bir raporu ya da kopyasini hemen ele geçirirler.16
    Bu yüzden hemen hiçbir Kongre üyesi Lobiyi kizdirmaya cesaret edemez. Çünkü kizdirdiginda inanilmaz bir yipratma kampanyasi ile karsi karsiya kalacaktir. Kongre üyesi Paul McCloskey, bu kampanyanin kurbanlarindan biri olmustu. 1980 yilinda Israil'in isgal altinda tuttugu Bati Seria'dan çekilmesini, aksi takdirde Israil'e yapilan Amerikan yardiminin dondurulmasini öngören bir yasa tasarisi hazirlayan McCloskey, Lobinin bir anda boy hedefi haline geldi. Yahudi basini McCloskey'i "gözü dönmüs bir antisemit" olarak göstermeye, irkçi, hatta Nazi olarak tanitmaya basladi. Bir yahudi yayin organi McCloskey'in resmini bas sayfaya basmis ve altina da "çok yasa Goebbels" diye yazmisti. Bir baskasi, Heritage Southwest Jewish Press daha da ileri giderek McCloskey için "bir numarali o... çocugu" ifadesini kullanmisti. Baska yahudi yayin organlari da "Amerikan yahudilerinin bir numarali düsmani", "sürüngen", "asagilik" gibi sifatlar yakistiriyorlardi Kongre üyesine. AIPAC'in mali destekçilerinden "mülti-milyoner" Amerikali yahudi Louis E. Wolfson, "Bu adami Kongre'den kovmak için gerekli her seyi yapmaliyiz. Bir daha Kongre'ye dönmeyecegine de emin olmaliyiz" diyordu.

    Bu tip yipratici propagandalar kuskusuz son derece etkilidir. Çünkü AIPAC'in hedefi haline gelen politikaci, ne denli kararli olursa olsun, sonuçta tek basina bir insandir. AIPAC gibi mafyavari bir örgütle basa çikamaz. Hakaretler ve tehditler psikolojik yönden yipraticidir. Ayrica en ufak bir aleyhte propaganda onun politik kariyerine zarar verir. Özellikle "yahudi aleyhtari", "neo-Nazi" gibi suçlamalar Amerikan toplumunda oldukça etkili olmaktadir. Çünkü Lobinin beyin yikayici propagandasi sayesinde soykirim efsanesine (bkz. 5. bölüm) inandirilmis olan toplum, "yahudi aleyhtarligi" kavramina karsi son derece hassastir. Bu kelime hemen Auschwitz'deki Soykirim dekorlarini çagristirir. Lobi, bu hassas noktayi ustalikla kullanir ve Israil'i elestirmeye kalkan birisine hemen "Nazi" damgasi vurur. Eski Disisleri Bakan yardimcisi George Ball, bu konuda sunlari söylemektedir:

      Dayandiklari en önemli güç, antisemitizm suçlamasi. Pek çok insan antisemit olmakla suçlanmaktan nefret eder ve Lobi Israil'i elestirmeyi hemen her zaman antisemitizmle bir tutar. Bu kozu sürekli gündemde tutarlar ve bu yüzden de kimse agzini açamaz.17
    Kimse böylesi bir belaya bulasmak istememektedir. Ohio'dan eski bir Kongre üyesi Israil lobisine "bulasma" yönünden, Kongre'yi dört gruba ayirmaktadir:
      Ilk grup, 'Israil ne isterse verelimciler' grubudur. Ikinci grubu, bu konuda rahatsizlik duymalarina ragmen ses çikarmaya cesaret edemeyenler olusturur. Üçüncü grupta ise bu konuda gerçekten büyük sikinti duyan ama açik açik konusmaktan korktugu için yalnizca Israil'e yapilan yardimlarin azaltilmasi için sessiz bir çalisma yapanlar vardir. Son grup ise açikça Amerika'nin Ortadogu politikasini elestiren ve Israil'in yaptiklarina karsi çikanlardan olusur. Ama Findley ve McCloskey Kongre'den ayrildigina göre, artik dördüncü grubun varligindan söz edilemez.18
    Ayni Kongre üyesi Lobi için sunlari söylemektedir:
      Yahudi lobisi korkunçtur. Ne isterse elde eder. Yahudiler egitimli ve genellikle de çok zengindirler. Ve tek bir konu üzerinde yogunlasmislardir: Israil. Bu yönden örneksizdirler. Örnegin kürtaj karsitlari yahudilerden çok daha kalabaliktirlar ama onlar kadar egitimli ve zengin degildirler. Yahudi lobiciler bunlarin hepsine sahiptirler ve politik aktivitede bir numaradirlar.19
    Demokrat Parti'den Kongre üyesi Mervyn M. Dymally ise Amerikan Kongresi'nde Israil'i elestirmenin zorlugunu söyle ifade ediyor: "Bugün Israil hükümetini Israil'de Knesset'te (Israil parlamentosu) elestirmek, AmerikanKongresi'nde, bu sözde 'konusma özgürlügü' ülkesinde elestirmekten çok daha kolaydir." 20

    Aslinda AIPAC'in "kara liste"sine girmek için Israil'i elestirmeye bile gerek yoktur. Yahudi Devleti'ni ilgilendiren konularda biraz tereddütlü davranmak bile örgütün hismina ugramak için yeterlidir. Maine Senatörü William Hathaway, bunun bir örnegiydi. Senato'daki kariyeri boyunca sürekli olarak Israil lehine oy veren ve bu yüzden de Lobinin destegini arkasinda bulan Hathaway, yalnizca bir kez AIPAC'in kendisine yolladigi bir deklarasyonu imzalamamisti. Bu, AIPAC'in ona cephe almasi için yeterli oldu. Örgüt, ilk seçimde Hathaway'i yüzüstü birakti ve tüm destegini rakibi William S. Cohen'e verdi. Bunun sonucunda Hathaway 1978'deki ilk seçimleri kaybetti. Cumhuriyetçi Parti'den bir yetkili bu olay üzerine söyle demisti: "AIPAC her zaman % 100 sadakat istiyor. Eger Hathaway gibi bir Senatör yalnizca bir kez bile isbirligi yapmakta tereddüt gösterirse, onu aninda defterden siliyorlar." Bir baska Senatör ise olay üzerine su yorumu yapmisti: "AIPAC'i memnun etmek için tam sadik olmaniz gerekir; % 99.44'lük bir sadakat yeterli degildir. Hathaway'in 1978'deki hezimetinin nedeni, AIPAC'in istedigi bu 'saf sadakat'i gösterememis olmasidir." 21

    AIPAC'in Israil'i elestirenlere verdigi ceza, yalnizca o politikaciyi Kongre'den uzaklastirmakla bitmez. AIPAC yüzünden seçimleri kaybederek Washington'a veda eden politikacilar, sonraki yasamlarinda da Lobi tarafindan saldiriya ugramaktadirlar. Lobi, "ibret-i alem" olmasi için, bu kisilerin sivil hayatini da cehenneme çevirmektedir. Örnegin AIPAC'in faaliyeti sonucunda Kongre seçimlerini kaybeden Paul McCloskey, is bulmak için ugrasmaya basladiginda Lobi'nin engellemesiyle karsilasmistir. Findley, bir hukukçu olan McCloskey'in çesitli hukuk sirketlerine müracaat ettigini, ancak yahudi sermayedarlardan gelen "bu adami ise alirsaniz, sizle yaptigimiz tüm isleri iptal ederiz" gibi tehditler sonucu McCloskey'in pek çok kapidan çevrildigini yaziyor. AIPAC, yerel yahudi örgütlerine de McCloskey'i "tanitan" bir brosür yollamis ve "bu adamin canina okuyun" emrini vermisti. Findley söyle diyor:

      McCloskey Lobi tarafindan adim adim izleniyordu. Bir tek dertleri vardi; o da McCloskey'in siradan bir yurttas olarak bile huzur bulamamasi. Lobi, McCloskey'in bazi konusmalarini ve yaptigi isleri ayrintili olarak bir kitapçikta toplamis ve bütün ülkeye yaymisti. Kitapçigin amaci, yerel yahudi örgütlerine yol göstermekti. McCloskey ne zaman bir yerlerde görünse, bu 'karsi saldiri rehberi' ise yariyordu.22
    Paul Findley AIPAC tarafindan Washington'dan "kovulan" ve sonra da yakin takibe alinan daha baska isimler de sayar. Adlai Stevenson, William Fullbright ya da Charles Percy gibi senatörler bu listenin en çarpici isimleridir. Bu senatörlerin "suçlari" asagi-yukari aynidir: Israil'in isgal ettigi topraklardan çekilmesi gerektigini savunmus ve Yahudi Devleti bu konuda direttigi sürece Amerikan yardiminin azaltilmasini teklif etmislerdir. Ya da Israil'in Filistinlilere karsi uyguladiklari sistemli terörü kinamislardir. Yani normal bir insanin yapacagi seyleri yapmislardir. Ama bunlar AIPAC için "suç" kapsamina girer. Lobi, bu "Israil düsmanlari"ni kullanmak için temel olarak iki yöntem kullanir. Birincisi, "hedef" kisi hakkinda son derece yogun bir aleyhte propaganda yapmaktir. Ikincisi ise hedef kisiye rakip olan adayin desteklenmesidir. Bu adayin Lobiyle herhangi bir eski baglantisi olmasina da gerek yoktur. Lobi, bu adaya gider ve "sizi su kisiye karsi destekleyecegiz ama siz de seçildiginizde bizim isteklerimize uyacaksiniz" der. Sözkonusu aday, ayagina kadar gelen bu yardimi geri tepmez ve seçimleri de büyük olasilikla kazanir. Artik o da, Kongre'deki büyük çogunluk gibi Israil'in evet-efendimcisidir. Lobiye karsi çikmasi düsünülemez, çünkü Fullbright'in "politikacilar için Lobiye karsi çikmak, intihar etmekle esdegerdir" sözüyle ifade ettigi kurali, kendi gözleriyle görmüstür.

    Lobiye karsi çikmak, yalnizca Kongre üyeleri ya da Senatörler için degil, ayni zamanda Amerika'nin sözde en güçlü adamlari, yani Baskanlar için de intihar anlamina gelmektedir. Yakin tarih, bunun örnekleriyle doludur. Kennedy, Nixon ve son olarak da Bush Lobi tarafindan cezalandirilmistir. Öteki Baskanlar da Lobi'ye itaat etmeleri gerektigini ögrenmelerini saglayan küçük "dersler" almislardir. Yakin tarihe bir göz atmak, Amerika'daki gerçek güç odaginin kimligini kesfetmek için yeterlidir.

    Lobinin Beyaz Saray Dosyasi

    Israil lobisi, Kongre ve Senato'nun yanisira kuskusuz Beyaz Saray'in da denetimi ile yakindan ilgilenmektedir. Bazi Kongre üyeleri gibi bazi Baskanlar da Lobiye kayitsiz sartsiz itaat ederler. Bunun tersi de gerçeklesebilir: Bazi Kongre üyelerinin maruz kaldigi baskilarin benzerleri, bazi Baskanlara da yapilir.

    Kitabin bir önceki bölümlerinde Woodrow Wilson, Franklin D. Roosevelt gibi önemli Amerikan Baskanlari'nin yahudi lobisiyle, masonlukla ve masonik örgütlerle olan ilginç iliskilerini incelemistik. Roosevelt'in ardindan Baskanlik koltuguna oturan Harry S. Truman da bu gelenegi bozmadi. Truman, öncelikle, bir masondu ve örgütün geleneksel yapisina uygun olarak yahudilerle oldukça yakin iliskileri vardi. Amerikali mason Allen E. Roberts, Brother Truman (Birader Truman) adli kitabinda Baskan'in masonik kariyeri hakkinda ayrintili bilgiler verir. Buna göre Baskan, degisik ritlere üye olmus ve hepsinde 33. dereceye ulasmistir. Aldigi en önemli paye ise 15 Haziran 1923'te "Indepedence" locasinda ulastigi "Knights Templar" (Tapinakçi) derecesidir. Yani Truman,Tapinakçi'dir!... (Tapinakçilar için bkz. 2. bölüm)

    Tapinakçi Baskan'in yahudilerle ittifak içinde olmamasi düsünülemezdi. Nitekim öyle de oldu. Truman, Yahudi Devleti'ni kurduran Baskan olarak tarihe geçti. Israil'in kurulmasi için Birlesmis Milletler'i yönlendiren ve ardinda Yahudi Devleti'ne büyük ekonomik destek veren kisi Truman'di. Israil Bashahami, 1949'da Beyaz Saray'a yaptigi bir ziyarette "Tanri, sizi, 2000 yil sonra Israil'in yeniden dogusuna destek olasiniz diye annenizin rahmine yerlestirdi" demisti. Bu politikasi, Truman'in Lobiden aldigi destegi daha da güçlendirdi. 1948 seçimlerinde yahudi oylarinin çok büyük bir bölümünü aldi. Findley, Truman'in "Siyonistlerin gönlünde taht kurdugunu" söylüyor.

    Ancak Beyaz Saray'in Truman'dan sonraki konugu yahudi lobisine pek yakin degildi. Savas kahramani" olmasinin verdigi güçle Baskan seçilen Eisenhower, Israil'e karsi temkinli bir politika izledi. Findley, Eisenhower'in "Israil lobisinin tüm baskilarina direndigini" ve Israil'i ABD tarafindan belirlenen politikalara uymaya zorladigini yaziyor. Bunun en açik örnegi, kuskusuz 1956'daki Süveys Savasi'ydi. Bu savasta Ingiltere ve Fransa ile birlikte Sina yarimadasini isgal eden Israil, Eisenhower yönetiminin zorlamasi ile geri çekilmisti.

    Iki dönem üstüste Baskan seçilen Eisenhower yönetimi, yahudi lobisini çok öfkelendirmisti. Bir daha böyle bir yönetim görmek istemiyorlardi. Bu nedenle daha organize çalismaya karar verdiler. Baskiyi artiracaklardi. Bu kararin en önemli uygulamasi, AIPAC'in kurulmasi oldu. Lobi, yeni Eisenhower'lara izin vermeyecekti.

    Bunun için ilk uygulamaya karar verdikleri yöntem, Baskan olacak kisiyle henüz seçilmeden önce baglanti kurmakti. Baskan adaylariyla konusacak ve "eger seçildiginizde Israil'e destek olmaya söz verirseniz, kampanyaniza büyük yardimlar yapabiliriz" diyeceklerdi. Bunun ilk denemesini John F. Kennedy'e yaptilar. Eisenhower'in görev süresi 1960'da bitiyordu ve yapilacak seçimlerin en güçlü ismi de Demokrat Parti'nin adayi Kennedy idi. Lobi, isi saglama almaya karar verdi ve seçim kampanyasi sirasinda Kennedy ile temas kurdu. Findley olayi söyle anlatiyor:

    (Seçimden bir süre önce) Kennedy, New York'un önde gelen yahudilerinden birinin evindeki yemege katilmisti. Ancak o aksam duydugu bazi sözler canini fena halde sikmisti. Kennedy o aksami yakin dostu gazeteci Charles Bartlett'e anlatirken, 'inanilmasi zor deneyimdi' demisti. Anlattigina göre, o gece yemege katilanlardan biri—Kennedy adamin adini vermemisti—Kennedy'e, 'kampanyaniz sirasinda bazi ekonomik güçlüklerle karsilastiginizi biliyoruz' demisti. Ve söyle eklemisti: 'Ancak eger önümüzdeki dört yil boyunca Ortadogu ile ilgili politikalariniza yön verme sansi tanirsaniz, kampanyaniz için size çok etkili bir biçimde yardimci olabiliriz.' Bu, Kennedy'nin hiç alisik olmadigi bir öneriydi.23

    Evet, Kennedy bu tür kirli pazarliklara alisik degildi ve bu yüzden de Lobinin teklifini geri çevirmisti. Avukati Bartlett'e "bir Baskan adayindan çok, bir yurttas olarak tepki gösterdim, kendimi hakarete ugramis gibi hissettim" demisti. Kennedy ayrica eger Baskan seçilirse, Baskan adaylarinin seçim kampanyasi için hazineden gelen para disinda para kullanmalarini—yani Lobiden rüsvet almalarini—yasaklayacagini da eklemisti.

    Genç adam, kendi elleriyle kendi sonunu hazirliyordu...

    Kennedy'nin Israil'le Kavgasi

    Sonuçta Kennedy Lobinin destegi olmasa da Baskan seçildi. Lobi Kennedy'e sicak bakmiyordu. Baskan, Amerikan tarihindeki ilk Katolik Baskan'di; ayrica eski bir Büyükelçi olan babasi Joseph Kennedy de zamaninda Lobi tarafindan boy hedefi haline getirilmisti. Kennedy de Lobiye ve Israil'e pek sicak bakmiyordu; Baskanlik öncesinde aldigi "ahlaksiz teklif" onu Lobiden bir hayli sogutmustu. Ilerleyen aylarda da Baskan, Israil yönetimiyle büyük bir çatismaya girdi. Çatisma, Israil'in nükleer programi nedeniyle patlak vermisti. Israil Basbakani Ben-Gurion, hummali bir nükleer silah üretme programi izliyordu, Kennedy ise nükleer silahlanmayi durdurma programi çerçevesinde Yahudi Devleti'ni bu isten vazgeçmesi için ikna etmeye çalisiyordu. Pulitzer ödüllü Amerikali yazar Seymour M. Hersh, The Sampson Option: Israel, America and the Bomb adli kitabinda Kennedy ve Ben-Gurion arasinda, Israil'in nükleer programi hakkinda "kavga"ya dönüsen çatismayi ayrintilariyla aktarir. Buna göre, bir keresinde dostu Charles Bartlett'e "Bu o... çocuklarinin (Israilliler) nükleer kapasiteleri konusunda bana sürekli yalan söylediklerini biliyorum" diyen Kennedy, elinden geldigince Yahudi Devleti'nin Dimona reaktöründeki gizli nükleer çalismalarini engellemeye çalismisti. Ben-Gurion'un yazdigi mektuplarda kendisinden "genç adam" diye söz etmesi ve daha üst bir konumdaymis gibi bir üslup kullanmasi yüzünden de çileden çikiyordu. Bu arada Kennedy'nin Araplara yönelik olumlu bakis açisi da, onu Israil ve Lobi gözünde tam anlamiyla boy hedefi haline getirmisti. Kennedy'nin Ortadogu'da adil bir politika uygulamaya niyetlendigi, daha senatör oldugu siralarda Fransa'ya karsi bagimsizlik savasi veren Cezayir'i desteklemesiyle ortaya çikmisti. Cezayir bagimsizligina karsin Fransa'ya büyük askeri destek veren Israil (bkz. 12. bölüm), JFK'nin "tehlikeli" biri oldugunu daha o zaman sezmisti. Genç Baskan, Beyaz Saray'a oturduktan sonra da Arap ülkeleriyle, özellikle de Misir'la olumlu iliskiler kurmaya çalismisti.

    Kisacasi, Amerika ve Israil'deki yahudi liderler, ikinci bir Eisenhower vakasi ile karsi karsiya kalmislardi. Ancak bu kez oturup Kennedy'nin seçim kaybetmesini bekleyecek kadar sabirli degillerdi. Kennedy halktan çok büyük destek aliyordu ve bir sonraki seçimleri kazanacagi da kesin görünüyordu. Israil ve Lobi, bir bes sene daha bekleyemezdi.

    Peki ne yapmaliydilar? Kennedy'i ikna etmenin yolu yok gibi gözüküyordu; bunu zaten seçimden kisa bir süre önce denemis ve ters tepkiyle karsilasmislardi. Bu durumda Kennedy'nin yerine geçebilecek muhtemel Baskanlar üzerinde düsünmek gerekiyordu. Kennedy'nin Cumhuriyetçi Parti'den rakibi olan Nixon da onlar için pek olumlu gözükmüyordu. Eger seçimlerde Nixon'a büyük bir destek verip Kennedy'nin kaybetmesini saglasalar bile, yine de ellerine bir sey geçmeyecekti. Ancak bir baska isim, onlar için çok uygun oldugu sinyalini veriyordu. Bu, Kennedy'nin yardimcisi Lyndon B. Johnson'di. Son dönemlerde özellikle dis politika konularinda Kennedy'le çokça tartisan ve Baskan'la arasi oldukça açik olan Johnson, Lobi açisindan "ideal Baskan" prototipi çiziyordu. Politik kariyeri boyunca Israil'e destegini sik sik vurgulamis ve Baskan yardimciligi yaptigi dönem boyunca da Yahudi Devleti'ne olan sempatisini açiga vurmustu.

    Eger Israil ve Lobi, bir yolunu bulur da Kennedy'nin yerine Johnson'i Baskan yaparlarsa, oldukça büyük bir is basarmis olacaklardi. Ama bu normalde mümkün degildi; böyle bir koltuk degisimi olmasi için Baskan'in ya istifa etmesi ya da ölmesi gerekiyordu. Baskan'in istifa etmeye de niyeti yoktu elbette...

    Kennedy suikasti tam bu sirada gerçeklesti.

    Kennedy Suikastinde 'Son Hüküm':Baskan'i Mossad Öldürdü!...

    Bir önceki bölümde Kennedy suikastinin perde arkasina deginmis ve olayin arkasindaki masonluk-yahudi lobisi-Israil cephesinden söz etmistik. Paul Findley de bir makalesinde konuya deginir. Findley'in vurguladigi gibi Kennedy suikasti hakkinda üretilen komplo teorileri arasinda Israil'in adi hiç geçmemektedir. Oysa Yahudi Devleti Kennedy'i ortadan kaldirmayi istemek için çok fazla gerekçeye sahiptir. Ayrica Findley'in dedigi gibi Kennedy suikasti ile ilgili olarak sanik sandalyesine oturtulan Küba lideri Castro, mafya ya da fanatik anti-komünistler gibi diger zanlilar bu isi becererek güç ve yetenege sahip degillerdir. (Oliver Stone'nun JFK adli filminde ortaya kondugu gibi Kennedy suikasti son derece planli ve sofistike bir eylemdir ve devlet içinden odaklarin isin içine karistigi kesindir.) Findley, Mossad'in Kennedy'i ortadan kaldirmayi isteyecek nedenlere ve bu isi yapabilecek güç ve yetenege kesin olarak sahip oldugunu hatirlatir. Bu gerçege ragmen saniklar listesinde Mossad ve Israil isimlerinin hiç geçirilmemesi, kuskulari daha da artirmaktadir.24

    Kennedy suikastinde Mossad'in rolü ile ilgili en detayli çalisma ise Amerikali arastirmaci Michael Collins Piper'in 1993 yilinda yayinladigi Final Judgement (Son Hüküm) adli kitapta ortaya kondu. Piper, 335 sayfa ve 600 dipnottan olusan kitabinda Kennedy suikasti ile ilgili "son hükmü" veriyordu: Suikast bir Mossad ürünüdür!...25

    Piper, öncelikle Kennedy ile Israil yönetimi arasindaki çatismanin detaylarini inceliyordu. Bu çatisma o kadar keskindi ki, Israil Basbakani Ben Gurion, Nisan 1963'te Kennedy'nin varliginin Israil'i tehdit ettigini öne sürerek istifa etmisti.

    Kennedy, Israil yönetimini, basta Yahudi Devleti'nin nükleer programina yaptigi engellemeler olmak üzere, çok kunda rahatsiz etmisti. Israil Basbakani Ben Gurion, Kennedy'nin varliginin Israil için bir tehdit olusturdugunu söyleyerek istifa etmisti. Bu, Baskan'in ortadan kaldirilmasi için yeterliydi. Nitekim Collins Piper, 1993 yilinda yayinladigi Final Judgement (Son Hüküm) adli kitabinda, çok ayrintili istihbarat ve delillere dayanarak Kennedy suikasti ile ilgili "son hükmü" ortaya koydu: Suikast bir Mossad ürünüdür!... Yanda, Kennedy'nin cenaze töreni: John babasinin tabutunu selamliyor...
    Kennedy'nin ortadan kaldirilmasiyla Baskanlik koltuguna oturan Lyndon B. Johson, hem Israil lobisinin hem de Vietnam'da savas isteyen ölüm tacirlerinin isine yaradi. Üstte, "sahin" Baskan, Vietman'daki Cam Ranh üssünde Amerikan askerlerine yürüttükleri kirli savas için "moral" verirken...
    Suikastin ayrintilarinda çok sayida Mossad baglantisi vardi. Piper, NewOrleans Savcisi Jim Garrison (JFK filminde Kevin Costner'in canlandirdigi kisi) tarafindan suikast ile ilgili olarak sorusturmaya ugrayan Clay Shaw'a dikkat çekiyordu. Çünkü delil yetersizligi ile davadan beraat eden, ancak suikastle ilgisi oldugu asikar olan Shaw, Mossad'in paravan sirketi olarak islev gören bir firmanin yönetim kurulusunda çalisiyordu. (Piper'a göre, yönetmen Oliver Stone, JFK filminde Clay Shaw'un bu Mossad baglantisini atlamistir, çünkü Stone'un en büyük finansörü, Arnon Milchan adli Israilli bir silah tüccaridir).

    Piper'in kitabinda konuyla ilgili önemli bilgiler aktaran eski bir Fransiz istihbaratçi vardir. Bu kisi, Mossad'in suikastçilerle baglanti kurarken, Fransiz istihbaratindaki bir ajandan yararlandigini söyler. Mossad'la suikastçiler arasinda aracilik yapan bu Fransiz ajan, Cezayir yanlisi tutumundan dolayi Kennedy'den nefret etmektedir.

    Piper, suikastteki Mossad baglantisinin hasiralti edilmesine de deginir. Belli kisiler, suçu mümkün oldugunca uzak adreslere atmaya çalismislardir. Suikasti inceleyen Warren Komisyonu'na, sorumlunun KGB oldugu konusunda en çok telkinde bulunan kisi, CIA eski sefi James J. Angleton'dir. Angleton'in en önemli özelligi ise Israil ve Mossad'a olan ünlü yakinligidir; CIA sefi oldugu dönemde "Mossad'in manevi babasi" ünvanini kazanmistir.

    Suikastteki "Israil hipotezi"ni güçlendiren bir baska nokta, Kennedy'ninardindan Baskan olan Johnson'in Israil'e olan büyük yakinligidir. O tarihe kadar görev yapan Amerikan Baskanlari içinde "en Israil yanlisi" sayilan Johnson, ilk kez Yahudi Devleti'ne büyük miktarlarda silah yardimi yapmis, 1967 savasi sirasinda Israil'e gizli yollardan askeri araç ve deneyimli personel göndermisti. Paul Findley, Johnson hakkinda sunlari söylüyor: "Israil hükümeti Johnson baskan olursa herseyin lehlerine dönüsecegini bilmekteydi ve gerçekten de öyle oldu. Kennedy'nin ölümünden sonra ABD ilk defa Israil'e çok genis çapta silah göndermeye basladi. 1967 Haziran savasi sirasinda Johnson el altindan Israil'e hem malzeme hem de personel yardiminda bulundu." 26 Lobi, Johnson döneminde lobi yapmaya gerek bile duymamisti.

    Yeni Baskan'in Israil'e olan sadakatinin en ilginç göstergelerinden biri ise Amerikan gemisi USS Liberty'e yapilan Israil saldirisiydi.

    Liberty'e Saldiri ve Johnson'in Israil'e Sadakati

    Haziran 1967'deki Arap Israil Savasi (Alti Gün Savasi) sirasinda, oldukça ilginç bir olay yasandi. Amerikan istihbarat gemisi USS Liberty, Misir açiklarinda uluslararasi sularda gezerken, Israil uçaklari tarafindan vuruldu.

    Israil, alti gün süren savasin dördüncü gününde, Misir'i ve Ürdün'ü yenilgiye ugratmis ve çatismanin asil kaynagi olan Suriye'ye yönelmisti. Israil, kuzey sinirindaki Golan tepelerini Suriye'den almak istiyordu; buraya konuslandirilmis olan Suriye silahlari yillar yili kuzey Israillileri rahatsiz etmisti. Yahudi Devleti'nin hedefi, savas bitmeden önce Golan'i ele geçirebilmekti. Birlesmis Milletler o sirada tam bir ateskes ilan etmek üzereydi ve Israilliler, ateskes yüzünden Golan'i ele geçirmekte geç kalmaktan korkuyorlardi.

    Amerikan gemisi USS Liberty ise bu ortamda Israil için pürüz durumundaydi. Çünkü gemi hem Arap hem de Israil tarafinin tüm radyo konusmalarini dinliyor ve gelismeleri an an izliyordu. Israilliler, BM ateskesine ragmen Golan'i isgal etme niyetlerinin Washington tarafindan ögrenilmesini istemiyorlardi. Çünkü Washington'daki yönetim, uluslararasi hukuk geregi, Israil'i böyle bir sey yapmamasi için uyarabilir ve bu durumda da Tel Aviv yönetimi zor durumda birakabilirdi. Bu risk karsisinda hiç tereddüt etmediler: Liberty'i batirmaya karar verdiler.

    Israil uçaklari, 8 Haziran günü, üzerinde Amerikan bayragi bulunan, Amerikan donanmasinin renkleriyle boyanmis ve ismi ve numarasi rahatlikla okunan gemiyi vurdular. Saldiri sonucunda 34 Amerikan denizcisi öldü, 75 tanesi yaralandi. Gemide tam 821 roket ve makinali tüfek mermisi izi kalmisti. Gemi, batmaktan zor kurtuldu. Israilliler tam gemiye çikmaya hazirlaniyorlardi ki, yaklasan Amerikan uçaklarinin zorlamasi nedeniyle uzaklasmak zorunda kaldilar.

    Kuskusuz bu son derece garip bir olaydi. Israilliler, gemiye yanlis teshis sonucunu saldirildigini açikladilar, Amerikan hükümeti de bu bunu dogruladi. Ama biraz olsun akli çalisan hiç kimse buna inanmadi. Çünkü böyle bir sey imkansizdi; gemi Amerikan bayragi tasiyor, Amerikan donanmasinin standart renk ve rakamlarina uygun olarak dolasiyordu. Nitekim Amerikan Genel Kurmayi eski baskani baskanlarindan Thomas Moorer "saldirinin resmi olarak iddia edildigi gibi yanlis teshisten kaynaklanmis olmasi olanaksizdir" diye açiklamada bulunmustu.

    Peki neden Israil bile bile bir Amerikan gemisini vurmus ve Amerikan hükümeti bu saldiriya karsi Yahudi Devleti'ne "caniniz sagolsun, lafi mi olur" gibisinden bir karsilik vermisti?

    Bu sorunun cevabi, Amerikan yönetimi ve devlet aygiti içindeki Israil yanlilarinin olayi kasitli olarak ört-bas etmis olmalaridir. Eski Disisleri Bakan yardimcisi George Ball, Amerikan-Israil iliskilerini konu edindigi Passionate Attachment adli kitabinda bu konuya deginir. Buna göre, Amerikan Deniz Kuvvetleri, Israil'in USS Liberty'e saldiracagini kisa bir süre önce çesitli istihbarat kaynaklarindan ögrenmis ama buna ragmen gemiyi kurmak için hiçbir girisimde bulunulmamisti. Ball, Beyaz Saray'in da olaydan haberi oldugunu, fakat Baskan Johnson ve yardimcilarinin, Israil'e hiçbir uyarida bulunmayarak yalnizca gemiye bati yönüne hareket etmesi için emir verdiklerini yaziyor.27

    Amerikali arastirmaci yazar Eustace Mullins de olayin ilginç bir yönünü bildirir: Amerika'nin Tel-Aviv'deki Elçiliginde görevli olan bir CIA yetkilisi, 7 Haziran 1967 günü McLean VA'deki CIA merkezine Israillilerin USS Liberty'i batiracaklarina dair kesin bir istihbarat aldigini bildirmis ama CIA buna ragmen ayni Deniz Kuvvetleri gibi gemiye herhangi bir uyarida bulunmamistir. Mullins, olayin asil organizatörünün Baskan Johnson oldugunu söyler ve saldirinin oldugu siralarda Baskan'in Beyaz Saray'da Mathilde ve Arthur Krim ile birlikte olusuna dikkat çeker. Bu iki isim, Mullins'in yazdigina göre, Baskan'in Israil'le baglantisini saglayanlarin basinda gelmektedir. Mathilde Krim, 1940'li yillarda, Menahem Begin'in liderligini yaptigi Siyonist terör örgütü Irgun'un saflarinda çarpismis eski bir militandir.28

    Kisacasi, Israil, bir Amerikan gemisini pürüz çikarmamasi için vurmus, Amerikan Baskani, Baskan'in yardimcilari ve Deniz Kuvvetleri ile CIA'daki bazi üst düzey görevliler, buna ses çikarmamis, hatta Yahudi Devleti'nin öne sürdügü "yanlislikla oldu" mazeretini kabul etmislerdir. Bu, Baskan Johnson'in Israil'e olan sadakatinin—Johnson, Kennedy'nin sadakatsizligi nedeniyle vurulmus olmasindan hayli etkilenmis görünmektedir—ve genel olarak da Israil'in Amerika üzerindeki denetiminin ne denli güçlü oldugunu ortaya koymaktadir.

    Olaydan 17 yil sonra Amerikan donanmasindan emekli denizci James M. Ennes Jr., olayin içyüzünü ortaya koyan Assault on the Liberty (Liberty'e Saldiri) adli bir kitap yazmis, ancak yahudi lobisinin açtigi büyük bir yipratma ve saldiri kampanyasina maruz kalmistir.

    Noam Chomsky, USS Liberty olayini ve Israil'in 1950'lerde Misir'daki Amerikan misyonlarina gerçeklestirdigi provokasyon saldirilari birlikte yorumlayarak söyle diyor:

      Israilli teröristlerin Misir'daki ABD kuruluslarina ve diger kamu kurumlarina yönelik saldirilari (Lavon Davasi) ile, bandirasi konusunda yanilmasi olanaksiz USS Liberty adindaki ABD gemisine, roketlerle, uçaklarla, napalm bombalariyla yapilan, ardinda 34 ölü, 75 yarali birakan, önceden planlandigi açik ve kesin olan saldiri, 'Amerikan Deniz Kuvvetleri'nin 'baris zamani' basina gelen en büyük uluslararasi kaza. Her iki durumda da basin ve bilim çevreleri ya sessiz kaldilar ya da kivirtmalara basvurdular. Ikisi de, ne o an ne de sonradan, hazin bir terör ve siddet vakasi olarak tarihe geçti... Liberty'e yapilan saldiri sadece asagi yukari bütün basindan degil, yüksek rütbeli sahislarin resmi raporda olayin örtbas edildigine dair hiç süpheleri olmasa da, Amerikan Deniz Kuvvetleri Sorusturma komisyonu ile ABD yönetiminden de yakasini siyirdi... ABD kuruluslarina terörist saldirilarda bulunacak ya da bir ABD gemisine saldirarak 100 kadar insani öldürecek ya da yaralayacak, sonra da cezasiz birakilacak, hatta bunca zamandir hakkinda tek bir elestiride bulunulmayacak bir ülke daha var mi acaba? 29
    Liberty olayi, Johnson yönetiminin Israil'e olan sadakatinin bir örnegidir. Johnson'dan sonra Beyaz Saray'a oturan kisi, Richard M. Nixon'dir. Nixon döneminin Israil dosyasi ise oldukça ilginç ve farkli bir görüntü çizmektedir.

    Watergate'in Anlatilmamis Hikayesi

    Amerikan yakin tarihindeki sansasyonel olaylarin basinda kuskusuz Baskan Richard Nixon'i istifa etmeye götüren Watergate skandali gelir. Skandal, özet olarak, 1972 seçimleri sirasinda Cumhuriyetçi Parti'nin rakip Demokrat Parti'nin Watergate'teki merkezini gizlice dinlemesi ve bunun ortaya çikmasidir. Baskan Nixon, uzun süre kendisinin bu olaydan haberdar olmadigini öne sürmüs ama Watergate olayinin patlak vermesinden 26 ay sonra istifa etmek zorunda kalmistir.

    Watergate özet olarak budur, ancak skandalin bir de anlatilmamis hikayesi vardir. Ve bu hikayenin merkezinde çok önemli bir güç, yani Israil lobisi ve çok önemli isim, Israil lobisinin kidemli temsilcisi Henry Kissinger yer almaktadir.

    Amerikali Ortadogu uzmani Richard Curtiss, editörü oldugu Washington Report on Middle East Affairs dergisinde Watergate'e uzanan yolun bulanik görüntüsünü aydinlatan bir makale yazmisti.30 Curtiss'e göre, olayin kökeni Nixon'in 1968-1972 arasindaki ilk dönemine dayaniyordu. 1968 seçimlerinde Nixon Demokrat rakibi Lyndon B. Johnson'i, yani o ana kadar Amerikan tarihindeki en Israil-yanlisi Baskan'i yenerek Beyaz Saray'a oturmustu. O siralarda dis politika konularinin en önemlisi Ortadogu idi. Israil 1967'deki Alti Gün Savasi'nda çok büyük bir Arap topragi isgal etmisti ve Birlesmis Milletler'in ünlü 242 sayili kararina ragmen bu topraklardan çekilmeye de hiçbir sekilde yanasmiyordu. Amerika Johnson yönetimi sirasinda Israil'in bu mütecaviz tutumunu kayitsiz sartsiz desteklemis ve Yahudi Devleti'ni, isgal ettigi topraklardan geri çekilmemesi için cesaretlendirmisti. Simdi gözler Nixon yönetimindeydi. Yahudi oylarina ragmen Beyaz Saray'a oturan Baskan—yahudilerin büyük çogunlugu oylarini kadim dostlari Johnson'a hediye etmislerdi—acaba yahudilere verilen haksiz destegi kesecek miydi?

    Nixon bu konuda kesin bir tavir koymadi. Ancak kurdugu hükümette bu konuda iki ayri kanat olusuverdi. Bir taraf, Nixon'in Disisleri Bakanligi görevine getirdigi William D. Rogers tarafindan temsil ediliyordu. Eskiden Eisenhower yönetiminde çalismis olan Rogers, Amerika'nin Ortadogu'da tarafsiz bir politika izlemesini ve Israil'i isgal ettigi topraklardan çekilmeye zorlamasini savunuyordu. Ancak yönetimde bir de karsi taraftan önemli bir temsilci vardi. Bukisi, uzun süredir Nelson D. Rockefeller'in "sag kolu" durumunda olan bir Harvard profesörüydü: Henry A. Kissinger. Bir Alman yahudisi olan Kissinger, bir gizli-yahudi olan Rockefeller'in destegi sayesinde yükselmis, CFR'ye üye olmus ve iyi bir siyaset bilimci olarak ün yapmisti. Nixon, biraz da yahudi lobisini memnun edebilmek amaciyla, Kissinger'a Ulusal Güvenlik Danismanligi görevini teklif etti. Richard Curtiss, bu teklifi, Ortadogu'daki muhtemel bir barisin suya düstügü an olarak nitelendiriyor.

    Nixon'in birinci döneminde Disisleri Baskani William Rogers (solda) Israil'i rahatsiz eden bir Ortadogu plani hazirlamisti. Israil'in yönetimindeki temsilcisi olan Ulusal Güvenlik Dasinmani Henry Kissinger (sagda) ise bu plani uygulamamak için elinden geleni yapti. Sonuçta kazanan Kissinger oldu ve Rogers tasviye edildi. Ancak Kissinger ve diger Israil taraftarlari, bununla kalmayacak, Israil'i rahatsiz etmeye baslayan Baskan Nixon'i da kara listeye alacaklardi.

    Kisa süre içinde yönetimdeki kutuplasma ortaya çikti. Nixon, Kissinger'i elinden geldigince Ortadogu konusundan uzak tutmak istiyordu. "Henry, kendisi de bir yahudi oldugu için, bu konuda Arap liderlerin güvenini kazanamayabilir" diyordu.31 Oysa bu arada Rogers Ortadogu hakkinda Israil'i ve dolayisiyla Lobiyi hiç memnun etmeyecek bazi girisimlere baslamisti. Kisa süre sonra Rogers'in kafasindaki hesaplar, "Rogers Plani" olarak adlandirilmaya basladi. Israil sürekli olarak bu Rogers Plani'nin tehlikesinden söz ediyordu. Lobi de ayaga kalkmisti.

    Ancak bu ortamda Kissinger sahneye çikti ve Rogers Plani'ni baltalamaya basladi. Ilk yaptigi is, Lobi liderleri ve Israil'i destekleyen çesitli çevrelerin temsilcileriyle bir toplanti yapip strateji belirlemek oldu. "Baskan'a degil, Disisleri'ne (yani Rogers'a) yüklenmek gerek" diyordu. Nitekim Kissinger kisa bir süre sonra Rogers'a "yüklenmeye" basladi. Gazetelere Rogers hakkinda olumsuz demeçler veriyordu. Bu amaçla yalan söylemekten bile kaçinmadi: Bir keresinde Rogers'in önemli bir metni Baskan'a sormadan imzaladigini ve bunun bir skandal oldugunu söylemisti. Oysa bu dogru degildi.32

    Kissinger Rogers Plani'ni uygulamaya sokmamak için büyük çaba harcadi. Sürekli Nixon'a bu konuda telkinde bulunuyor ve eger Plani onaylarsa bir sonraki seçimde yahudi lobisini tamamen karsisina alacagini ve bu durumda da seçimi kaybetmeye mahkum olacagi uyarisini—ya da tehdidini—tekrarliyordu. Kissinger'in teklifi ise Israil'i kayitsiz sartsiz desteklemekti. Bunun "Amerikan çikarlari" için en iyi yol oldugunu savunuyordu. Kissinger'in etkisi sonucunda Nixon Rogers Plani'ni desteklemekten vazgeçti. 17 Aralik 1971'de Israil Basbakani Golda Meir'e bu konuda garanti vermis ve Rogers Plani'ni tüm yönleriyle desteklemedigini söylemisti. Bir ay sonra, Baskan ayni garantiyiAmerikali yahudi liderlere de verdi. Kissinger daha sonraki aylarda da Rogers Plani'ni baltalamayi sürdürdü. Amerikan dis politikasi, büyük ölçüde Kissinger'in gayretleriyle ilgi alanini Ortadogu'dan Çin'e ve Vietnam'a tasidi. Ortadogu'da ise statüko, yani Israil isgali korunuyordu. Richard Curtiss, "Kissinger, Ortadogu'daki yaranin kanamaya devam etmesini istiyordu, öyle de oldu" diyor.33

    Kissinger, Israil'i kollamak için ugrasirken, bir yandan da Israil'in büyük müttefiki durumundaki irkçi Güney Afrika rejimine destek olmustu. Apartheid rejimine siyasi destek verirken, "Beyazlar Güney Afrika'da kalmak ve burayi ebedi olarak yönetmek için gelmislerdir" diyordu.

    1972 seçimleriyle birlikte kabinede önemli bir degisiklik oldu: Rogers Disisleri Bakanligindan alindi ve yerine Kissinger atandi. Ancak Kissinger'in Ulusal Güvenlik Danismanligi sifati da hala korunuyordu. Bu, Amerikan tarihinde örnegine rastlanmamis bir durumdu; dis politika hakkinda en çok söz sahibi olan iki koltuk da ayni kisiye birakiliyordu. Kissinger, artik Amerika'yi Israil'e yardim etmek için istedigi gibi kullanabilirdi. Yillar sonra Menahem Begin, bu olay hakkinda, "Dr. Henry Kissinger'in Amerikan Disisleri Bakani olmasi, Birlesmis Milletler'in Israil'in kurulusuna karar vermesi kadar önemli bir olaydir" diyecekti.34

    Kissinger Disisleri Bakani oldugu dönemde yalnizca dis politikada degil, iç politikada da büyük icraatlar gerçeklestirmisti. Amerikali yazar Eustace Mullins, bu konuya deginerek Kissinger'in "hükümet kademelerine çok sayida gönüllü Siyonisti atadigina" dikkat çekiyor. Mullins'in yazdigina göre, Kissinger, yahudi lobisinin önde gelen kuruluslarindan biri olan ADL'ye de büyük destek vermis, bu saldirgan ve kirli örgütün—ADL'yi ilerleyen sayfalarda konu edinecegiz—ve diger çesitli aktif yahudi örgütlerinin vergiden muaf olmalarini ve benzeri pek çok yasal hak kazanmalarini saglamisti. ADL de 1982 yilinda Kissinger'i "yilin adami" seçti.35

    Kissinger, dis politikada da kuskusuz tam bir Israil yanlisi çizgi izleyecekti. Ancak bu kez bir baska sorun vardi ortada. Rogers gitmisti belki, ancak bu sefer de Nixon Ortadogu'da adil bir baris kurmaya niyetliydi. Baskan, 1972 seçimlerini kaybetmemek için Kissinger'in tavsiyesine uymus ve Israil'le çatismaya girmemisti. Yine Kissinger'in istegi üzerine ilk baskanlik dönemi boyunca Israil'e yapilan büyük silah yardimlarini da onaylamisti. Ancak simdi ipleri eline almak ve Ortadogu'da dengeli bir politika izlemek istiyordu. Baskan, Curtiss'in deyimiyle Israillilere dönüp "sizi 4 yil boyunca tepeden tirnaga silahlandirdik, artik güvendesiniz, öyleyse baris yapin" demeye hazirlaniyordu. Curtiss, tüm dokümanlarin Nixon'in hedefinin bu oldugunu gösterdigini söylüyor.

    Bu siralarda Kissinger ve Nixon arasinda bazi sürtüsmeler basladi dogal olarak. Nixon, Kissinger'in eline tutusturdugu bazi Israil yanlisi kararlari imzalamamisti. Ayrica, Kissinger'in Years of Upheaval adli anilarinda yazdigi üzere, Nixon bundan sonra Israil'i kayitsiz sartsiz desteklememeleri gerektigi konusunda bazi yorumlar da yapmisti. Baskan, bunlari Kissinger'a iyi niyetle söylüyor, onun bakis açisini degistirmeye çalisiyordu belki ama hata ediyordu. Kissinger çoktan Nixon'in yoldan çikmaya basladigini farketmis ve bir önlem almasi gerektigine karar vermisti. Lobi de, dogal olarak, ayni seyi düsünüyordu. Richard Curtiss, "tüm Israil yanlilari, eger Nixon bir dönem daha görevde kalirsa, Israil'i isgal ettigi topraklardan çekilmeye zorlayacagina emindiler" diyor.

    Iste tam bu siralar Watergate skandali alevlendi. Aslinda olay seçimlerden kisa bir süre önce patlak vermis, birilerinin Demokratlarin Watergate'teki merkezine gizlice girdigi ortaya çikmisti. Uzun süre olayin üzerine gidilmedi. Fakat bir süre sonra Washington Post'tan iki muhabir, Bob Woodward ve Carl Bernstein, Watergate'i kurcalamaya basladilar. Ilk ortaya çikan, Demokratlarin merkezine girenlerin, Cumhuriyetçilerin adami olduguydu. Bu durumda tüm parti zan altina girmis oluyordu. Nixon olaydan haberi olmadigini söyledi ve çok uzun süre de bu konuda israr ederek görevini sürdürdü. Ancak Washington Post muhabirleri kararliydilar. Zaman içinde Cumhuriyetçi Parti'den pek çok yöneticiyi olayla iliskilendirdiler ve bunlarin hepsi istifa etmek zorunda kaldi. En son ipin ucu Nixon'a kadar geldi ve Baskan, olaydan haberdar olmadigini israrla vurgulamasina ragmen—ki bugün de pek çok kisi böyle düsünmektedir—siyasi sorumluluk nedeniyle istifa etmek zorunda kaldi. Amerikan tarihinde ilk kez bir Baskan istifa etmisti.

    Peki Watergate ile Lobinin ne gibi bir ilgisi vardi? Öncelikle bir noktayi göz önünde bulundurmak gerekir: Watergate skandalini yaratanlar, Nixon'a karsi bir kasit içindeydiler. Çünkü Baskan olayin içinde olmadigi halde onu öyle gibi göstermek için çok ugrastilar. Olayin pesini çok uzun süre birakmamalari ve Baskan'i indirene kadar israr etmeleri bunun göstergesidir.

    Peki kimdi Nixon'in düsmanlari? Richard Curtiss'in de dedigi gibi Nixon "düsmanlari"nin genellikle onun Vietnam politikasina karsi çikan liberaller oldugu düsünülür. Oysa Baskan'in daha belirgin—ve daha da güçlü—bir düsmani daha vardi; Lobi. Baskan da bunun farkindaydi. Verdigi bir direktif bunu açikça göstermektedir: 1972 seçimlerinden kisa bir süre önce Isçi Istatistikleri Bürosu (Bureau of Labor Statistics) Nixon'in oylarini azaltabilecek denli kötü rakamlar açiklamisti. Bu rakamlar, ekonominin gerçekte kötüye gittiginin bir göstergesi olarak Nixon'a karsi basin tarafindan kullanildi. Bunun ardindan, Baskan, Beyaz Saray'daki danismanlarindan Fred Malek'ten istatistikleri hazirlayanlarin kaç tanesinin yahudi oldugunu bulmasini istemisti.36 Bu, Baskan'in etrafindaki tehlikeyi sezinledigini gösteren önemli bir isaretti. Nixon, anilarinda, Baskanligi sirasinda yahudi lobisi ile yasadigi sorunu, onlara karsi koyusunu ve sonunda maglup olusunu söyle anlatir:

      Karsilastigim en büyük sorunlardan biri, Amerikan yahudi toplumunda son derece yaygin olan son derece kati ve dar görüslü Israil-yanlisi bakis açisiydi. Bu bakis açisi, Kongre'yi, medyayi ve entellektüel ve kültürel çevreleri de sarmis durumdaydi. II. Dünya Savasi'ni izleyen çeyrek yüzyilda bu bakis açisi o denli yaygin olmustur ki, pek çok insan, Israil-yanlisi olmamayi, anti-Israil, hatta antisemit olmak olarak algilamistir. Onlara durumun böyle olmadigini anlatmaya çalistim ama basaramadim...37
    Baskan gerçekten de basaramadi. Lobi, medyadaki uzantilarini kullanarak Watergate'e hazine bulmus gibi sarildi. Olayi takib eden Iki Washington Post muhabirinden (Bob Woodward ve Carl Bernstein) biri, Bernstein, yahudiydi. Ayrica bu iki muhabiri tesvik eden ve ilk baslarda hiçbir seye benzemeyen hikayelerini israrla büyük mansetlerle yayinlayan Washington Post editörü Howard Simon da yahudiydi. Zaten Washington Post, ayni diger medya devi New York Times gibi yahudi sermayeliydi ve "yahudi gazetesi" olarak bilinirdi.Olayin içindeki en önemli kisi ise takma adi "Derin Girtlak" (Deep Throat) olan bilinmeyen adamdi. Bu adam Beyaz Saray'dan üst düzey bir görevliydi ve olayin basindan itibaren Washington Post muhabirlerine gizlice bilgi sizdirdi. Woodward ve Bernstein, bilgi kaynaklarini açiklamamaya söz verdiklerini söyleyerek "Deep Throat"un kim oldugunu asla açiklamadilar. Watergate skandalinin gerçek mimari olan bu kisinin kimligi hep gizli kaldi.

    Ancak bugün bazi Amerikali arastirmaci ve yazarlar "Deep Throat'un kim oldugu konusunda önemli bir tahminde bulunuyorlar. Baskan'a çok yakin olan, onun herseyini bilen ama onu düsürmek isteyen bu kisinin Henry Kissinger olduguna dair önemli göstergeler var. Amerikali yazar Seymour M. Hersh, The Price of Power: Kissinger in the Nixon White House adli kitabinda bu konudaki delillere dayanarak Watergate'in Kissinger tarafindan tezgahlandigini ve Deep Throat'un da Kissinger oldugunu öne sürer. Ingiliz gazeteci Patrick Seale da Hafiz Esad'i konu edinen Asad of Syria adli kitabinda ayni tezi dogrular.

    Bunlara dayanarak, Watergate'in, Lobi tarafindan gerçeklestirilen ikinci önemli siyasi darbe oldugunu söyleyebiliriz (birincisi Kennedy suikastiydi). Nixon'in istifasinin ardindan pek renkli ve etkili bir kisiligi olmayan Baskan yardimcisi Gerald Ford Beyaz Saray'a oturdu. Dis politikanin, özellikle de Ortadogu politikasinin kontrolü ise tamamen Kissinger'in eline geçti. Richard Curtiss'in dedigi gibi "eger Nixon bir dönem daha iktidarda kalsaydi, Israil'i isgal ettigi topraklardan çekilmeye zorlayacak, kendi Ortadogu politikasini uygulayacakti, Kissinger'inkini degil... Ama Nixon'in Beyaz Saray'dan ayrilmasiyla birlikte, Ortadogu barisi hayalleri de suya düstü." Yine Curtiss'in dedigi gibi eger Nixon'in hedefledigi Ortadogu politikasi uygulansaydi, ne Lübnan is savasi ne de Israil'in Lübnan isgali yasanirdi. Ama Kissinger, Amerikan politikasini Israil'i kayitsiz sartsiz destekleme mantigi üzerine insa etti. Sonraki hükümetler de ayni politikayi—Lobinin de baskilari sayesinde—degistirmeden sürdürdüler.

    Kissinger da Rothschildlar'in yakin akrabasi olan Lord Carrington'la birlikte kurdugu lobi sirketi Kissinger Associates araciligiyla Amerikan politikasina yön vermeyi sürdürdü. Kissinger'in; Lawrence Eagleburger, Brent Scowcroft, Alexander Haig, Oliver North gibi ögrencileri, Beyaz Saray'da Israil yanlisi çizgiyi korudular. Bu nedenle Noam Chomsky, Kissinger'i "Amerikan dis politikasini 'Büyük Israil' hedefine göre uyarlayan kisi" olarak tarif eder. Amerikali yahudi gazeteci Wolf Blitzer, Kissinger'in ilerleyen yillarda da "ögrencileri" sayesinde Amerikan politikasini Israil'e endekslemeyi sürdürdügünü söyle anlatir:

      Bugün, Kissinger artik hükümette olmayabilir ama iyi yerlestirilmis Amerikali, Israilli ve Arap uzmanlar sayesinde Amerika'nin Ortadogu politikasina, onun hala perde arkasindan yön veriyor olmasi gerçekten etkileyicidir. Kissinger'in özel tavsiyeleri Reagan hükümetinde de hakim ve baskin düsünce halini almistir.38

    Beyaz Saray'in Sonraki Sakinleri: Carter ve Reagan

    1976 seçimlerinde Demokratlar, insan haklari, siyasi ahlak gibi konularda duyarli oldugu izlenimi veren Jimmy Carter'i Baskan adayi yaptilar. Carter, Watergate nedeniyle büyük oy kaybina ugramis Cumhuriyetçiler'e karsi kolay birzafer elde etti. Kissinger'in Washington'daki resmi görevi sona ermisti; ama pek bir sey farketmedi. 1970'li ve 1980'li yillarda, Lobinin gücü, Findley'in vurguladigi gibi zirveye ulasti. Artik hiçbir Baskan Lobiye karsi gelmeye cesaret edemiyordu. Carter yalnizca bir defa, o da son derece önemsiz bir konuda, Lobiye karsi çikmis ve gereken dersi almisti.

    Carter yönetimi, zaten basindan beri yahudi sermayesiyle çok yakin iliski halindeydi. Iliski, David Rockefeller tarafindan kurulan ekonomik lobi örgütü Trilateral Komisyonu'ndan kaynaklaniyordu (Trilateral için bkz. 6. bölüm). Rockefeller, Trilateral'in basina ünlü bir siyaset bilimci, ekonomist ve Polonya kökenli bir yahudi olan Zbigniew Brzezinski'yi getirmisti. Ve yine Rockefeller, ayni 1968'de Kissinger'i Nixon yönetimine sokup Ulusal Güvenlik Danismani yaptigi gibi Brzezinski'yi Carter'in Ulusal Güvenlik Danismani yapti. Bu arada Carter'in Disisleri Bakani yapmayi düsündügü George Ball da Israil aleyhindeki bir iki demeci yüzünden sansini yitirdi ve bu koltuga da Israil'e karsi istenen ölçülerde bir sadakate sahip olan CFR üyesi Cyrus Vance oturdu. Zaten Carter hükümetinde Trilateral'den çok kimse vardi. En önemlileri söyle siralanabilir:

      - Walter F. Mondale, Baskan Yardimcisi

      - Zbigniew Brzezinski, Ulusal Güvenlik Danismani

      - Cyrus Vance, Disisleri Bakani

      - Warren Christopher, Disisleri Bakan Yardimcisi

      - Lucy Wilson Benson, Disisleri Bakan Yardimcisi

      - Harold Brown, Savunma Bakani

      - W. Michael Blumenthal, Hazine Bakani

      - John Sawhill, Federal Enerji Direktörü

      - Robert Duncan, Enerji Bakani

      - Andrew Young, BM'de Amerikan Temsilcisi


    Carter, kabinesinin bazi önemli mevkilerine de (az ilerde deginecegimiz) Siyonist örgüt B'nai B'rith üyelerini getirmisti; Harold Brown, Michel Blumenthal, CIA sefi James Schlesinger... Ayrica iç politika danismanlarindan Robert Lipschutz da B'nai B'rith'in baskanligini yapiyordu. Edward Sanders ise Carter'in özel danismanligini yapabilmek için AIPAC baskanligini terketmisti.

    Dolayisiyla Carter yönetiminin Israil'i rahatsiz edecek bir tavir izlemesi düsünülemezdi. Öyle de oldu. Hatta Carter yönetimi, Israil'in ilk sözde baris"i—ya da "geçici ateskesi"—olan Camp David'in mimari oldu (Camp David için bkz. 8. bölüm). Amerika, Camp David'le birlikte yalnizca Israil'e inanilmaz boyutlarda para yardimi yapacagini degil, ayni zamanda Israil'e boyun egecek olan Arap ülkelerine de tatmin edici rüsvetler verebilecegini gösteriyordu. Camp David'i imzalayarak Israil'e karsi sürdürdügü 30 yillik savas halinden çikan Misir, bu nedenle dünyada Israil'den sonra en çok Amerikan yardimi alan ülkedir.

    Carter yönetiminin Tahran'daki Amerikan rehinelerini kurtarmakta gösterdigi basarisizlik, 1980 seçimlerini Cumhuriyetçilerin adayi Ronald Reagan'a kazandirdi. Reagan döneminde Israil'e yapilan yardimlar ise daha öncekilerlekiyaslanamayacak kadar büyük oranlara ulasti.

    Reagan'in Israil'e bu denli büyük silah yardimlari yollamasinin nedeni, Lobinin baskisi degildi. Aksine, Baskan, Kongre'yi Israil yanlisi kararlarina ikna edebilmek için AIPAC'le isbirligi bile yapmisti (çogu kez bunun tersi olur; AIPAC Kongre'yi Baskan'a karsi kullanir). Reagan, Yahudi Devleti'ne çok daha farkli bir nedenden dolayi destek oluyordu: Baskan, ayni Amerika'yi kuran Püritenler gibi bugünkü Israil Devleti'nin Eski Ahit'te sözü edilen Israilogullari'nin temsilcisi sayildigina, bugünkü yahudilerin "seçilmis halk" olduguna ve Mesih'in gelisiyle birlikte yeniden dünyaya egemen olacaklarina inaniyordu. Ancak bu egemenligin kurulmasi için öncelikle bir Armagedon (Mesih'in gelisinin ardindan Israilogullari ile düsmanlari arasinda geçecegine inanilan büyük savas) yasanmasi gerekiyordu. Ve Reagan, ABD Baskan'i, ciddi ciddi, Israil'i bu Armagedon için silahlandirma misyonunu üstlendigini düsünüyordu. Ilerleyen sayfalarda yalnizca Reagan'i degil, yaklasik 50 milyon Amerikaliyi etki altina alan bu yeni-Püritenlige (Evanjelizm) ayrintili olarak deginecegiz.

    George Bush'un Yanlislari ve Mossad'in 'Bush Suikasti' Plani

    Reagan'in iki dönem süren iktidarinin ardindan yine Cumhuriyetçilerin adayi olarak Beyaz Saraya oturan George Bush'un Lobiyle olan iliskisi ise biraz farkli oldu. Ilk basta, Lobi Bush'a gayet olumlu bakiyordu. Reagan'in Baskan yardimciligini yaptigi dönem boyunca hiçbir olumsuz hareketine rastlamadiklari bu eski CIA sefinin, Israil'e kayitsiz sartsiz destek olacagini düsünüyorlardi. Ilk baslarda öyle de oldu. Bush, Lobinin gözüne girmek için Siyonizmi irkçilik sayan 1975 tarihli Birlesmis Milletler kararinin degismesine ön-ayak oldu. Bu konuda yaptigi konusmada "Siyonizmi irkçilikla birlestiren Birlesmis Milletler karari bir an önce geri alinmalidir... Her ulusun dogal hakki olan milliyetçiligi Israil'den esirgenmemelidir" demisti. Körfez Savasi sirasinda da Israil ve Lobi Bush'tan çok memnun kaldilar. Baskan, savasi tam Kissinger'in gösterdigi biçimde, yani Israil hesaplarina uygun olarak yürütmüstü (Körfez Savasi için bkz. 9. bölüm).

    Körfez Savasi'nin ardindan Washington'daki hemen herkes Bush'un bir sonraki seçimi kanacagina kesin gözüyle bakiyordu. Çünkü Baskan, kazandigi askeri basaridan dolayi büyük kamuoyu destegi kazanmisti ve Lobi de onu destekliyordu. Ama her sey çok kisa bir süre içinde degisti.

    Sorun, ilk olarak ekonomik sikintidan dogdu. Amerikan ekonomisi kötüye gidiyordu ve bu da seçmenleri Bush yönetimi hakkinda olumsuz düsünmeye yöneltiyordu. Körfez Savasi'nin büyüsü kisa sürede geçti ve asil olarak eline geçen paraya bakan sokaktaki Amerikali, Bush'un aleyhine dönmeye basladi.Ve tam da bu sirada gerçek sorun ortaya çikti: Israil'deki Yitzhak Samir hükümeti, isgal altindaki Bati Seria'da yeni yahudi yerlesim bölgeleri insa etmek için Amerika'dan 10 milyar dolar yardim istedigini açikladi. Bush bu parayi verebilir ve seçimde Lobinin destegini kazanabilirdi. Ama parayi verdiginde ekonomi iyice kötüye gidecekti. Bu nedenle Baskan, Israil'e hayir demeye karar verdi. Parayivermediginde ekonomiyi toparlayabilecegini, hem de bu tavri nedeniyle Amerikan seçmeninden olumlu puan alacagini düsünmüstü.

    Ama yanilmisti. Amerikan seçmeni, Bush'un Israil'e para vermeyerek kendileri açisindan iyi bir karar aldigini seçimlere kadar unuttular. Ama Lobi, Bush'un hatasini unutmadi. Tüm yahudi örgütleri, yahudi kontrollü medya ve Israil sempatizanlari, Bush aleyhinde atesli bir kampanya baslattilar. Israil'de Bush'u firavun giysileri içinde gösteren afisler çizilmis ve altina "Firavunlarin üstesinden geldik, Bush'un da üstesinden gelecegiz" cümlesi yazilmisti.

    Aslinda Israil'in Bush'a olan nefreti, yalnizca aleyhinde propaganda yapmakla kalmamis, Yahudi Devleti'nin gizli servisi, Baskan'i öldürmeyi de planlamisti. Eski Mossad ajani Victor Ostrovsky, çok ses getiren By Way of Deception'dan sonra yazdigi The Other Side of Deception'da, Mossad'in düzenledigi "Bush suikasti" planini anlatiyor.39 Ostrovsky'nin yazdigina göre, Israil, Mossad ve Lobi Bush'u bir numarali düsman olarak belirledikleri siralarda, Baskan yardimcisi Dan Quayle'ye olan sempatilerini koruyorlardi. Çünkü Quayle, Bush'un Israil'e yönelik son tutumunu desteklemedigini açikça belli ediyordu. Sicili de Bush'a göre daha temizdi; her zaman Israil'e olan bagliligini ifade etmis ve kanitlamisti. Ostrovsky, Baskan ve yardimcisi arasindaki bu ilginç farkin, ilginç bir sekilde geleneksellesmis bir durum olduguna, daha önce de Israil'le çatisan Baskanlarin yanindan Israil'e sürekli göz kirpan Baskan Yardimcilarinin hep varolduguna dikkat çekiyor. Eski ajan, bu konuda Eisenhower dönemini, Kennedy-Johnson ve Nixon-Ford yönetimlerini örnek veriyor. Bu ilginç durumun tek mantikli açiklamasi ise Baskanlik koltugunda oturan kisinin Israil'e hayir demeyi göze alabilirken, bir sonraki dönemde Lobinin destegiyle Baskan olmayi uman Baskan Yardimcisinin siyasi kariyerini düsünüyor olmasi...

    Önceki sayfalarda ayni konuya dikkat çekmis ve Israil ve onun Amerikali uzantilarinin önce Kennedy'den kurtulup yerine Baskan Yardimcisi Johnson'i geçirdiklerine sonra da Nixon'i Watergate'le düsürüp yerine Israil'e yakin ve politikayi Kissinger'a teslim etmeye razi olan Ford'u oturttuklarina deginmistik. Simdi Bush-Quayle ikilisinde de ayni durum sözkonusuydu ve Israilliler daha önce Kennedy'e uyguladiklari plani, "Baskan'i vur, yardimcisini getir" formülünü uygulamaya karar vermislerdi.

    Ostrovsky'nin yazdigina göre, Bush suikasti, 1991'de Madrid'de yapilan Arap-Israil baris görüsmeleri sirasinda gerçeklestirilecekti. O siralar görüsmelerin yapilacagi Madrid Sarayi dünyanin en iyi korunan yeri sayilirdi; Madrid polisi olaganüstü güvenlik önlemleri almis, ayrica konferansa katilan liderler de kendi güvenlik servisleri tarafindan koruma altina alinmisti. Kimse, bu güvenlik önlemlerini asip, hem Ispanyol polisi, hem de CIA tarafindan korunan Bush'u vurmayi basaramazdi. Ancak Ostrovsky'nin belirttigi gibi Mossad, konferansin güvenlik sisteminin sorumlulugunu Ispanyol servisleriyle ortak olarak üstlenmisti ve dogal olarak alinan güvenlik önlemlerinin detayli bir planina sahipti. Mossad yönetimi, Bush'u öldürmek için ne yapilmasi gerektigini de hesaplamisti. Bu is için Mossad içinde özel bir "Kidon grubu" (infaz timi) görevlendirilmis ve bunlar da üç Mossad isbirlikçisi profesyonel Filistinli'yi bu is için ayarlamislardi. Suikasti, Mossad'in hazirladigi plana göre bu üç Filistinli—Ostrovsky adlarini Beijdun Salameh, Mohammed Hussein ve Hussein Shahin olarak veriyor—yapacak ve suç da Filistin örgütlerinin en radikallerinden olan Ebu Nidal fraksiyonu üzerine atilacakti. Mossad, sözkonusu üç militanin Bush'a yaklasmasini saglayacak, suikastin ardindan da Bush'u koruyamadiklari için üzgün olduklarini ama zaten kendilerinin birinci görevlerinin bu olmadigini açiklayacaklardi.

    Ancak Ostrovsky'nin yazdigina göre, bu plan, gerçeklesmesi hesaplanan günden kisa bir süre önce, Mossad içindeki bazi ilimli elementler tarafindan medyaya sizdirildi. Jack Anderson ve Jane Hunter gibi Ortadogu konusunda uzman sayilacak gazeteciler, bu plani köselerinde yazdilar. Bunun üzerine de Mossad suikastten vazgeçti. Amerika, ikinci bir Kennedy vakasinin esiginden dönmüstü.

    Ancak Israil yine de kisa bir süre sonra Bush'tan kurtuldu; öldürerek degil ama daha "demokratik" bir yoldan... 1992 seçimlerinde tüm yahudi örgütleri, tüm Israil sempatizani medya, Bush aleyhinde yogun bir kampanya izlerken, Bush'un rakibine de büyük destek verdiler. Baskan seçildiginde Israil'in çikarlarini korumak için herseyi yapacagina söz veren Clinton, seçimleri kazandi, Beyaz Saray'a oturdu ve Amerika'nin ilk "goyim-olmayan yönetimini" kurdu!...

    Ilerleyen sayfalarda Clinton yönetimine deginecegiz. Ancak bundan önce, Israil'in Amerika üzerinde kurdugu diger bazi denetim mekanizmalarina göz atmak gerekiyor.

    Sistemin Içine Sizmak

    Bilindigi üzere, gücün önemli bir parçasini istihbarat olusturur. Eger bir sey hakkinda istihbarata sahipseniz, onun üzerinde gücünüz vardir. Israil'in ABD üzerindeki gücünün önemli bir bölümü de, Yahudi Devleti'nin Amerikan sistemi içinde kurdugu inanilmasi güç istihbarat sistemidir.

    Findley, They Dare to Speak Out'un 5. bölümüne, ABD Savunma Bakanligi, yani Pentagon'un ne derece iyi korunan bir "gizli merkez" oldugunu anlatarak baslar. Pentagon'un birimlerinde her gün Amerika'nin en gizli sirlari dolasir. Bu yüzden yabanci hiç kimse buraya adim atamaz. Kimse özel kimlik karti olmaksizin binalara giremez. Her yerde silahli muhafizlar dolasir. Bir kaleden farkli olan bu merkezde, Amerika'nin en ileri teknolojisi kullanilarak Amerika'nin en gizli bilgileri saklanmaktadir.

    Ama bu bilgiler pek de o kadar güvende degillerdir. Çünkü birileri, sürekli olarak kurduklari sizinti sistemi sayesinde bu bilgileri çalmakta ve yabanci bir ülkeye aktarmaktadirlar. Bu "birileri", tahmin edilebilecegi gibi, yahudilerdir ve gizli bilgileri götürüp verdikleri ülke de Israil'dir. Eski bir büyükelçi, Pentagon'da Israillilerin nasil bir istihbarat sistemi kurduklarini söyle anlatmaktadir:

      Israil'e buradan sizdirilan bilgi inanilmaz boyutlardadir. Eger Savunma Bakaninin bilmesini istedigim ama Israillilerin haber almasini istemedigim bir sey varsa, Bakanla basbasa görüsene kadar beklemek zorunda kalirim. Buradaki hayatin kurallari arasinda, Israil'den saklanmasi istenen bir seyin kesinlikle yaziya dökülmemesi kurali vardir. Hiçbir üst düzey görevli böyle bir hatayi yapmaz. Bu kisiler bu tür bir konuyu kalabalik salonlarda konusmanin da büyük bir hata oldugunun bilincindedirler.40
    Pentagon'daki bu garip atmosferin nedeni, Israillilerin kurdugu haberalma sistemidir: Lobi, Kongre'de oldugu gibi Pentagon'da da yahudi görevlileri, Israil sempatizanlarini ya da parayla satin alinmis kisileri devreye sokmakta ve Israil hesabina çalistirmaktadir. Pentagon'daki bu tür "Israil ajanlari"nin görevi, Israil'i ilgilendirebilecek her türlü gizli Amerikan belgesini ele geçirmek ve Yahudi Devleti'ne sizdirmaktir. Aslinda çogu kez Amerikalilar sahip olduklari istihbarati Israillilerle paylasirlar. Ancak yine de bazen bazi bilgileri kendilerine saklamayi tercih ettiklerinde, Israilliler bu tehlikeyi de bilgileri çalarak çözmektedirler. Ayrica Israilliler, kimi zaman dogal yoldan elde edebilecekleri bir bilgiyi de çalmayi tercih etmektedirler. Bunu bir tür güç gösterisi olarak görmektedirler çünkü.

    Findley, Israillilerin Amerikan sistemi hakkindaki istihbaratinin ne ölçüde oldugunu gösteren ilginç bir olay anlatir. Buna göre, 1973'teki Yom Kippur savasinin ardindan Israilliler, Amerika'dan silah stoklarini doldurmasini isterler. O siralar Amerikan dis politikasi tamamen Kissinger'in kontrolündedir ve dolayisiyla Israil'in bu istegi hemen kabul edilir. Amerikalilar, Israil'e büyük bir silah sevkiyatina baslarlar. Israillilerin istekleri arasinda çok sayida 105 milimetrelik toplara sahip son model Amerikan tanklari da vardir. Ama Israillilerin istedikleri kadar tank, Amerikan ordusunun bile elinde yoktur. Bu nedenle Amerikalilar tank siparisinin bir kismini 90 milimetrelik toplara sahip olan bir önceki modelle tamamlarlar. Tanklar ellerine geçtiginde Israillilerin ilk isi, "bize külüstürleri yollamislar" diyerek Amerikalilara küfretmek olur. Ellerinde yeteri sayida 90'lik tank mermisi olmadigini farkettiklerinde ise daha da sinirlenir ve Amerikalilar'dan hemen bu cephane açiginin giderilmesini isterler. O siralar Pentagon'da görev yapan Thomas Pianka olayin devamini anlatirken, "istedikleri cephaneyi bulabilmek için ordunun tüm depolarini arastirdik. Elimizden geleni yaptik ama 90'lik mermi bulamadik. Bunun üzerine özür dileyerek durumu Israillilere bildirdik" diyor. Ancak bir iki gün sonra Israil'den çok ilginç bir cevap gelir: "Hayir, elinizde bu mermiden var. Hawaii'deki donanma silah deposunda 15 bin tane 90'lik mermi bulunuyor." Pianka bunun üzerine hemen Hawaii'ye baktiklarini ve gerçekten de orada Israillilerin söyledigi mermilerin bulundugunu gördüklerini söyleyerek söyle diyor: "Bizim kendimizin bulamadigimiz cephaneyi, Israilliler bulmuslardi." 41

    Bu olay kuskusuz ilginç bir olaydir ve Israil'in Amerikan devlet ve ordu sistemi üzerinde sasirtici bir istihbarata sahip oldugunu göstermektedir. Bu istihbaratin üzerine bir de Israillilerin baski mekanizmasi eklenince, Israil istedigi herseyi elde eder hale gelmektedir. Findley, kitabinda bir askeri uzmaninin bukonuda yaptigi su yorumu aktarir:

      Israil elçiligi sehirdeki diger herhangi bir elçilige göre çok daha etkilidir. Herhangi bir gün sizin gündeminizde ne oldugunu bilirler. Dün gündemde ne vardi, onu da bilirler. Yarin ne yapacaginizi da bilirler. Ne yaptiginizi ne söylediginizi en ince ayrintilariyla bilirler... Istedikleri bir seyi alamayinca, Israil yanlisi gazetelere durumu bildirirler. Bir süre sonra Disislerine ya da Savunma Bakanligi'na bir muhabir gelir ve bir sürü soru sorar. Sorular o denli detaylidir ki, yalnizca Israilli görevliler tarafindan gönderilmis olabileceklerini anlarsiniz. Bazen de baski dogrudan AIPAC'ten gelir.42
    Findley, her yeni üretilen Amerikan silahindan ya da askeri teçhizatlardan Israillilerin haberdar oldugunu ve bunu almak için hemen istekte bulunduklarini yaziyor. Pentagonlu yetkililer çogu kez Israil'in bu istegine direnirler, çünkü üretimi yapilan silah ya da teçhizat henüz Amerikan ordusuna yetecek kadar çok üretilmemistir. Ancak bu tür olaylarin hemen hepsinde, Beyaz Saray'dan gelen emir, "ne istiyorlarsa verin" olmustur. Eski bir Disisleri yetkilisi söyle demektedir: "Kaç kez Amerika'nin Israil'den sir saklamaya çalismaktan vazgeçmesi gerektigini söyledim. Çünkü yarari olmuyor. Birakalim istedikleri herseyi alsinlar. Ne zaman sir saklamaya çalissak, geri tepiyor." 43

    Israillilerin istihbarat çalismalari, Amerikan yetkililerini gizlice dinlemeye kadar uzanmaktadir. 1954'de ABD Büyükelçisi'nin odasina Israilliler tarafindan gizli mikrofon yerlestirildigi, iki yil sonra ayni yöntemin Amerikan askeri atesesine de uygulandigi ortaya çikmisti. Bazi yetkililer, Israillilerin bu yöntemi daimi olarak uyguladigina emindirler. Bir Disisleri yetkilisinin görüsleri söyledir:

      Bütün sehri dinlediklerini varsayarak hareket etmek zorundayiz. Isim sirasinda, son derece gizli bazi bilgilerin, bu bilgileri bilmemesi gereken insanlar tarafindan konusulduguna çok kez rastladim. Onlara, bu bilgiyi edinmek için bizi kim dinliyor, diye sordugumda hep kesinlikle bunu kendilerinin yapmadiklarini söylüyorlardi... Basarilarini kabul etmek zorundayiz. Mossad, sisteme nasil sizacagini çok iyi biliyor.44
    Findley, kitabinda Amerikan donanmasinda Amiral Moorer'in yasadigi ilginç bir olayi da aktarir. 1973'teki Arap-Israil savasi sirasinda, Israil askeri atesesi Mordecai Gur, Moorer'in ofisine gelmis ve havadan karaya atilan Maverick adli yeni anti-tank füzeleriyle donanmis avci uçaklari istemistir. Maverick yeni üretilmis bir füzedir ve Amerikan ordusunun elinde de henüz az sayida vardir. Ayrica bu silahin disari verilebilmesi için Kongre'nin özel onayi gerekmektedir. Moorer, tüm bunlari Gur'a anlattiginda su cevabi alir: "Sen uçaklari bir an önce hazirla, biz Kongre'yi hallederiz." Moorer'in söyledigine göre, Gur, gerçekten de Kongre'yi "halletmis" ve Amerika'nin Maverick füzeleriyle donanmis tek uçak filosu kisa bir süre sonra Israil'e yollanmistir. Moorer, o siralar basi Watergate'le dertte olan Baskan Nixon'in da olaya müdahale edemedigini söyler ve ekler:
      Ancak zaten simdiye kadar Israil'e karsi koyabilmis bir Baskan'a rastlamadim. Her zaman istedikleri seyi alirlar. Zaten burada neler olup bittigini de her zaman bilirler. En son olarak hiçbir önemli bilgiyi yaziya dökmemeye karar verdim. Eger Amerikan halki, bu insanlarin bizim hükümetimiz üzerinde ne gibi bir etkiye sahip oldugunu bilseydi, silahli bir ayaklanma baslatabilirdi. Bu ülkenin yurttaslari, neler döndügünden habersizdirler.45
    Israil'in Amerikan devlet sistemi—Kongre, Beyaz Saray, Disisleri, Pentagon gibi—üzerinde bu denli güçlü bir denetim kurmus olmasi kuskusuz son derece çarpici bir gerçektir. Bu bizlere, Yahudi Devleti'nin sol literatürde sikça söylendigi gibi "Amerika'nin bekçi köpegi" olmadigini, aksine kendi bagimsiz hedefleri için Amerika'yi kontrol altina almaya çalistigini ve bunu büyük ölçüde de basardigini gösterir. Öyle ki Paul Findley, They Dare to Speak Out'un, "America's Intifada" baslikli son bölümünde, ABD'nin Israil egemenliginden kurtulmak için büyük bir baskaldiri, bir "intifada" baslatmasi gerektiginden söz eder.

    Ancak Israil'in Amerika üzerindeki sözkonusu egemenligi, yalnizca Amerikan devlet sistemi üzerindeki denetime dayanmamaktadir. Yahudi Devleti, Amerika içindeki uzantilarini kullanarak, Amerikan toplumunu da denetim altinda tutar. Bu toplumsal kontrolün farkli araçlari vardir. Ilerleyen sayfalarda bunlara deginecegiz.

    B'nai B'rith'in Kirli Tarihi

    Amerika'daki yahudi örgütleri arasinda, B'nai B'rith özel bir yer tutar. "Ahit'in Çocuklari" anlamina gelen ve yalnizca yahudileri üye kabul eden örgüt, Amerika'daki yahudi gücünün farkli bir boyutunu olusturur.

    B'nai B'rith 1843 yilinda bir grup Amerikali yahudi tarafindan kuruldu. Örgüt, yalnizca yahudilerden olusan bir mason locasi görünümündeydi. Amerika'daki mason localarinin ilk kuruculari olan yahudiler (bkz. 2. bölüm), kendilerine has bir loca kurmaya karar vermislerdi. "Yahudi Ansiklopedisi" Encyclopaedia Judaica, "B'nai B'rith tarafindan benimsenmis olan gizlilik, ketumiyet gibi özellikler ve pek çok ritüelin masonik çalismalardan etkilendigine kusku yoktur. B'nai B'rith yahudi toplumunun içinde masonlugun bir benzeri olma amaci tasimistir" diye yaziyor.46

    Nitekim B'nai B'rith kuruldugu tarihten bu yana sürekli olarak mason localari ile isbirligi, hatta ittifak içinde bulundu. Bu ittifakin, 2. bölümde inceledigimiz ve asil amaci Mesih Plani'ni gerçeklestirmek olan yahudi önde gelenleri-masonlar Ittifaki'nin bir yansimasi oldugunu söyleyebiliriz.

    Amerikan EIR (Executive Intelligence Review) grubunun yazdigi The Ugly Truth about the ADL (ADL Hakkindaki Çirkin Gerçek) adli kitapta, B'nai B'rith'in kuruldugundan bu yana düzenledigi bir takim "kirli" operasyonlar anlatilir (ADL, B'nai B'rith'in bir koludur, birazdan ona da deginecegiz). Bunlarin bir tanesi, B'nai B'rith'in Baskan Lincoln suikastinde oynagi roldür...

    Bu olayin arkaplanini görmek için Amerikan Iç Savasi'na bir göz atmakgerekir. Savasta taraf olan Kuzey ve Güney arasindaki en büyük sürtüsme, bilindigi gibi kölelik meselesiydi. Kuzey köleligin kaldirilmasini isterken, büyük çiftlik sahiplerinin denetiminde olan Güney köleliligin kaldirilmasina siddetle karsiydi. Iç savas içinde Amerikan yahudilerinin tümüyle bir tarafin yaninda yer aldigini söylemek mümkün degildir; yahudilerin önemli kismi, cografi yönden içinde bulunduklari tarafi desteklemislerdir. Ancak büyük yahudi örgütlerinin, dolayisiyla en basta da B'nai B'rith'in, taraf tuttugu kesindir. Güney'i tutmuslardir çünkü güneyli çiftlik sahiplerine sunulan kölelerin önemli bir bölümü yahudi tüccarlarinin sermayesidir (bkz. 1. bölüm), bu köleleri çalistiran çiftlik sahiplerinin de kayda deger bir bölümü yahudidir. Bu nedenle, yahudi toplumunun bir bütün olarak herhangi bir tarafi tuttugu söylenemez, ancak yahudi örgütleri, yahudi önde gelenleri, Güney birlikleriyle ittifak etmislerdir. Güney Konfederasyonu içinde yer alan Judah P. Benjamin gibi yahudi liderlerle, Kuzeyli yahudi liderler arasinda gizli bir iletisim kurulmustur.

    Lincoln suikastine kadar uzanan sözkonusu ittifakin kilit isimlerinden biri, iç savas sirasinda Washington'da avukatlik yapan Simon Wolf adli B'nai B'rith üyesidir. Daha sonraki yillarda uzunca bir dönem B'nai B'rith'in baskanligini yapan Wolf'un gizli faaliyetleri 1862 yilinda ilk kez ortaya çikar. Bu yil, Wolf, o siralar Washington dedektiflik bürosunun sefi olan ve daha sonraki yillarda Lincoln'un kuracagi Amerikan gizli servisinin baskanligini yapan La Fayette C. Baker tarafindan tutuklanir. Tutuklamanin sebebi, Wolf'un Güney adina casusluk yaptigi yönündeki duyumlardir. Olayin daha genis bir yönü de vardir: Baker, bir süre sonra, Wolf'un Güney adina gizli faaliyetlerde bulunan bir "gizli örgüt"ün üyesi oldugunu açiklar. Bu örgüt, B'nai B'rith'dir. Bu konuda ortaya çikan delillerin üzerine, Kuzey ordusunun komutasini yürüten General Ulysses S. Grant, 11 numarali emrini yayinlayarak ordudaki tüm yahudilerin 24 saat içinde görevlerinden ayrilmalarini ister. General bir "yahudi düsmani" degildir ama önde gelen Kuzeyli yahudilerin Güney'e gizli destek verdiklerine dair ortaya çikan açik deliller üzerine bu karari almistir. Ancak Baskan Lincoln, böyle bir uygulamanin etnik ayrimcilik yaratarak huzursuzluk doguracagini söyler ve Grant'ten emri geri almasini ister.47

    Simon Wolf ve onun ardindan tutuklanan öteki B'nai B'rith üyeleri de bir süre sonra kurtulurlar ve Kuzey'in zaferinin ardindan, iç savas sirasinda yasanan sözkonusu B'nai B'rith-Konfederasyon ittifaki unutulur. Ama ne B'nai B'rith ne de bu örgütün önemli ismi Simon Wolf, Kuzey'e olan nefretlerini unutmazlar. Bunun en çarpici göstergesi, Wolf'un Lincoln'u vuran tetikçiyle, yani John Wilkes Booth'la olan iliskisidir. B'nai B'rith'in yayinladigi Simon Wolf: Private Conscience and Public Image adli Wolf biyografisinde bile gizlenmeyen bu iliski, son derece yakin bir iliskidir ve anlasildigina göre, tetikçi John Wilkes Booth,"vur" emrini Wolf'tan almistir. Bu ikilinin Lincoln'in vurulacagi gün, suikastten bir kaç saat önce Willard Hotel'de bulusmalarinin baska açiklamasi yok gözükmektedir.48

    B'nai B'rith, Masonluk ve Ku Klux Klan...

    The Ugly Truth about the ADL'de üzerinde durulan konularin basinda az önce sözünü ettigimiz B'nai B'rith-masonluk isbirligi gelir. Kitapta anlatildigina göre, ilk baslarda Ingiltere masonluguna bagli olarak gelisen Amerikan masonlugu, 1801'de "Eski ve Kabul Edilmis Iskoç Ritinin Süleyman Tapinagi Sövalyeleri'nin Süprem Konseyi'nin Kudüs Prenslerinin Büyük Konseyi" olarak yeniden örgütlenir. Bu localarin üyeleri arasinda çok sayida yahudi göze çarpmaktadir ve B'nai B'rith'in 1843 yilinda kurulmasindan sonra, yahudi olmayan masonlarla mason olan yahudileri barindiran bu iki örgüt, güçlü bir ittifak kurar. Bu ikili ittifak, Amerika'daki köle ticaretini elinde tutar. Iç savasta Konfederasyona birlikte destek olurlar. Daha sonra Lincoln suikastine karismalarinin nedeni de budur. (Lincoln'ün de mason oldugu yönünde masonlarca sik sik öne sürülen bir tez vardir. Ancak bu bir dezinformasyon, yani yanlis bilgilendirmedir. Emekli Büyükelçi Ismail Berduk Olgaçay, Tasmali Çekirge adli kitabinda Lincoln'ün mason olmadigini, ancak kasitli olarak masonlarca öyle tanitildigini yazar.)

    Bu iki müttefikin,yani B'nai B'rith ve masonlugun kölelikten yana olmalarinin ardinda, ekonomik çikarlarinin yanisira, ideolojik görüsleri de önemli bir yer tutmaktadir. Kitabin ilk bölümünde, siyah irki asagi gören düsüncenin kökeninin yahudi kaynaklari oldugunu, zenci düsmanliginin yahudi ögretisinden dogdugunu birlikte görmüstük. Yahudi ögretisine siki sikiya bagli olan B'nai B'rith ve masonluk ikilisi, bu zenci aleyhtari düsünceyi korumuslardir. Köleligin kaldirilmasindan sonra zenci düsmanliginin körüklenmesinde de bu ikilinin büyük rolü vardir.

    Bunun en açik göstergesi, Amerika'daki zenci düsmani akiminin en önemli temsilcisi olan ünlü Ku Klux Klan örgütünün B'nai B'rith-masonluk ittifakiyla olan iliskisidir. Klan, 1860'larda Tennessee'de Iskoç ritine bagli bir grup mason tarafindan kurulmustur. Örgüte katilanlar arasinda da, iç savasöncesi kurulmus olan "Knights of the Golden Circle" (Altin Çember Sövalyeleri) adli mason locasinin üyelerinin çoklugu dikkat çeker. Hem Knights of the Golden Circle hem de Ku Klux Klan örgütlerinin en büyük finansal destekçileri ise B'nai B'rith üyesi ünlü yahudi finansör Judah P. Benjamin'dir.49

    Amerikali tarihçi John J. Robinson da, masonlugun kökenlerini konu edindigi Born in Blood: The Lost Secrets of Freemasonary adli kitabinda Klan'in masonik özelligine deginir. Robinson'in yazdigina göre, iç savasi kaybeden bir grup Güneyli, zenci özgürlügüne karsi savasmak için gizli bir örgüt kurmaya karar verir. Bu Güneylilerin çok büyük bölümü masondur ve beyaz egemenligini korumak için kurduklari örgütü de masonik ritlere uygun olarak sekillendirirler. Locanin sembolü olan "çember"i yeni kurduklari örgütün toplantilarina da uygularlar. Bu nedenle de örgütlerini ifade etmek için "çember"in Yunanca'daki karsiligi olan "kuklos" sözcügünü kullanirlar. "Kuklos" bir süre sonra, "Ku Klux" haline gelir ve örgütün adi da "Ku Klux Örgütü" anlamina gelen "Ku Klux Klan"a dönüsür. Masonluktaki pek çok sembol ve ritüel Klan'a da aktarilir; el isaretleri, gizli sifreler, el sikisirken verilen sinyaller ve kutsal yeminler... Robinson'in yazdigina göre, ilk yillarda bazi Ku Klux Klan üyeleri, Klan ile masonluk arasindaki iliskiyi açikça ilan etmislerdir.50 Robinson, Klan'in 1930'lu yillardaki hizli yükselisinin de, Katolikler tarafindan dogrudan masonlugun bir etkisi olarak yorumlandigina dikkat çeker. (Katolikler, Klan'in siyahlardan sonra bir ikinci hedefi olmuslardir.)

    Masonlugun Ku Klux Klan'in kurucusu olmasi, localarin siyah insanlara karsi takindigi geleneksel antipatik tavri da açiklamaktadir. Robinson'in yazdigina göre, masonlar aralarina siyahlari kabul etmemek konusunda genellikle çok hassastirlar ve örgütteki siyahlarin sayisi, tüm üyelerin yüzde biri kadar bile degildir. Bunun yanisira, günümüzde Amerika'da yalnizca zencilerin üye oldugu bazi mason localari vardir; ama bunlar beyaz masonlar tarafindan kabul görmemektedirler.51

    Masonluk ve B'nai B'rith arasindaki ittifak, Ku Klux Klan gibi örgütlerle de sürmüstür ve halen de sürmektedir. Ancak 1913 yilinda B'nai B'rith kendi bünyesinde yeni bir örgüt kurmus ve az önce degindiklerimize benzer kirli isleri de bu örgüte devretmistir. Bu örgüt, Anti-Defamation League of B'nai B'rith, yani "B'nai B'rith'in Asagilanmaya Karsi Direnme Birligi" adini tasir. Kisaca ADL olarak bilinen örgüt, antisemitizmle savas adi altinda bir tür "düsünce polisi" islevi görmektedir. B'nai B'rith'in masonlukla olan geleneksel ittifakini da asil olarak ADL sürdürmektedir.

    Bu nedenle, Amerika'nin düzenini daha yakindan taniyabilmek için, mutlaka ve mutlaka ADL'yi incelemek gerekmektedir.

    ADL; Lobinin Toplumsal Denetim Mekanizmasi

    Amerikalilarin çogu ADL'nin (Anti-Defamation League of B'nai B'rith) adini duymamistir, ancak duyanlar, örgütün ne denli güçlü ve "belali" oldugunu bilirler. Bu nedenle de ellerinden geldigince ADL'ye "bulasmamaya" özengösterirler. Çünkü örgüt uzun yillardir bir tür düsünce polisi olarak çalismakta, Israil aleyhine konusan Amerikalilari çesitli baski ve yildirma yöntemleriyle susturmaktadir.

    ADL, sözde yahudileri asagilanmaktan kurtarmak, yani yahudi düsmanligi ile savasmak için kuruldu. Ama örgüt, Israil ya da Amerikali yahudiler hakkinda söylenen en ufak bir sözü bile "yahudi düsmanligi" olarak algiliyor ya da gösteriyordu. Geçmis yillarda yüzlerce Amerikali ADL tarafindan; antisemit, irkçi, neo-Nazi ve de psikopat olmakla suçlanmis ve yahudi kontrollü medya tarafindan da damgalanmistir.

    Amerika'daki yahudi lobisinin etkisine karsi koymak için kuruldugunu ilan eden "Liberty Lobby" (Bagimsizlik Lobisi) adli kurulus, yayinladigi White Paper on the ADL adli kitapçikta, ADL'nin Israil Devleti ve Mossad'la olan iliskilerinden söz eder. Bu konuda ortaya çikan bilgiler, ADL'nin Mossad'in bir uzantisi oldugunu göstermektedir. Kitapçikta, bu noktadan hareketle bir önemli baglanti daha kurulur; ADL ve Jewish Defence League adli örgüt arasindaki iliski!...

    Jewish Defence League (Yahudi Savunma Birligi), son derece radikal, hatta terörist bir örgüttür. Haham Meir Kahane tarafindan kurulan ve Israil'de de "Kach" adi altinda örgütlenen JDL, basta Araplar olmak üzere tüm "Israil düsmanlari"na hem Amerika'da hem de Israil'de pek çok kanli saldiri düzenlemistir. (Kahane'nin ölümünün ardindan bir de "Kahane Chai" adli ikinci bir fraksiyon dogdu). Örgütün slogani "en iyi Arap, ölü Arap'tir" seklinde özetlenir. 1994 yilinda El-Halil kentindeki Ibrahim Camii'nde namaz kilan müslümanlari topluca tarayan Baruch Goldstein de bir Kahane müridiydi. Bazilari, fasist yöntem ve ideolojisi nedeniyle JDL'yi ve onun türevi olan diger bazi yahudi örgütlerini, "judeo-Nazi" olarak tanimlamaktadir.

    Bu noktada önem kazanan soru, JDL'nin bu terörist faaliyetlerinin Israil devleti ile bir ilgisi olup olmadigidir. JDL'nin terörist faaliyetleri, yillar boyu hem Israil otoriteleri, hem de yahudi lobisinin önde gelenleri tarafindan kinanmakta ve bu terörist örgütün Israil ve lobiye ragmen eylem yaptigi vurgulanmaktaydi. Oysa bu açiklamalar, yalnizca göz boyamak içindi; JDL Israil yönetiminden ve Mossad'dan aldigi emirleri uyguluyordu. Bu gerçek, Amerikali yahudi gazeteci Robert I. Friedman'in Kahane'yi konu edinen The False Prophet adli kitapta delillendirildi. Kahane ve örgütünü yillarca incelemis olan Friedman, JDL'nin ilk kuruldugu günden bu yana üçlü bir komite tarafindan yönetildigini ortaya çikardi. Bu üçlü komite, örgütün görünüsteki lideri olan Kahane'ye direktif vermekteydiler. Üçlü komitedeki isimler ise oldukça ilginçti: Örgüt kuruldugunda Mossad operasyon sefi olan ve sonradan Basbakanliga kadar yükselen Yitzhak Samir, sag kanat Israil politikacisi ve Gush Emunim'in önemli ismi Geula Cohen ve ADL'nin üst düzey yöneticilerinden Bernard Deutch!...52

    Bu üçlü komitenin JDL'yi yönlendirmelerinin bir örnegi, 1969 yilinda Israil'den örgüte yollanan hedef degisikligi emriydi. O tarihe kadar Amerika'dakizenci örgütlerine karsi eylem düzenleyen Kahane, Ocak ayinda Tel-Aviv'den gizlice gelen bir kurye ile görüsmüstü. Kurye, Kahane'ye artik bir numarali hedef olarak Sovyetler Birligi temsilciliklerini belirlemeleri gerektigini söylemisti. Sebep, Sovyet yönetiminin ülkedeki yahudilerin Israil'e göç etmesine izin vermemesiydi. Kahane'ye bu mesaji gönderenler, Friedman'in deyimiyle "Israilli ve Amerikali yahudi is adamlari, emekli Israil subaylari ve üst düzey Mossad görevlilerinden olusan bir grup"tu. Kurye, JDL militanlarina Mossad tarafindan Israil'de askeri egitim verilecegini de haber vermisti. Sözkonusu egitimin idaresini üstlenen kisi ise o zaman Mossad subayi olan Yitzhak Samir'di.53

    Tüm bunlar, bize, JDL'nin gerçekte Mossad tarafindan perde arkasindan yönetildigini göstermektedir. Diger bir Mossad uzantisi olan ADL ise dogal olarak JDL'yle gizli bir isbirligi içindedir. ADL yöneticisi Bernard Deutch'un JDL'yi koordine eden üçlü komitede yer aliyor olusu, bunun bir diger göstergesidir. Eski Mossad ajani Victor Ostrovsky de, Mossad'in; Kahane takipçileri, ADL ve hatta AIPAC ve UJA (United Jewish Appeal) ile "direk baglantilar" içinde oldugunu yazar.54

    ADL ve JDL arasindaki isbirligi ise hedef gösterme ve vurma yönünde bir isbölümü niteligindedir. White Paper on the ADL'de, ADL'nin Amerikan toplumu içinde "yahudi aleyhtari" olduguna karar verdigi kisi ve kurumlari tespit edip "kara liste"ye aldigini, bu listedeki isimlerinde JDL militanlarinin saldirilarina hedef olduguna dikkat çekiliyor. JDL'nin fiili saldirilari ile karsi karsiya kalanlar arasinda, en basta Müslüman ve Arap kuruluslari ya da "Yahudi Soykirimi"ni yalanlayan Institute for Historical Review gibi (bkz. 5. bölüm) akademik merkezler yer almaktadir. Bu hedefler, ADL tarafindan belirlenmekte, JDL tarafindan vurulmaktadir. Bir baska deyisle, Jewish Defence League, bir anlamda ADL'nin "cephe" fraksiyonu, bir tür "ADL- C"dir.

    Israil yöneticileri ve yahudi lobisi tarafindan sürekli olarak kinanan Meir Kahane'nin kurdugu Jewish Defence League ve onun Israil'deki karsiligi olan Kach ve Kahane Chai (Kahane Yasiyor) örgütleri, gerçekte Mossad ve ADL tarafindan kurulmus ve yönlendirilmistir. Yanda, Amerika'daki bir yaz kampinda egitim gören "Kahane Chai" örgütünün gen militanlari...

    ADL'nin hedef göstermek için seçtigi Amerikalilar ise oldukça ilginç bir yöntemle tespit edilir: Örgüt, "Israil düsmanlari"na karsi daha etkin mücadele etmek için, yasadisi bir "fisleme" yöntemi uygulamis ve bunun için de FBI ve CIA'dan bazi görevlileri rüsvetle satin almistir. Bu konu, 1993 baharinda patlak veren bir skandalla ortaya çikti. 8 Nisan'da California eyaleti polisleri, ADL'nin Los Angeles ve San Francisco subelerine baskin düzenlemis ve tüm evraklara el koymustu. Ayni gün savcilik 800 sayfalik bir sorusturma raporunu basina dagitti. Ancak hiçbir etkili medya kurulusu konu hakkinda haber yapmadi. Oysa sorusturma sonucunda ortaya çikan bilgiler çok ilginçti: ADL, yaklasik 100 politik organizasyon ve 10 bin Amerikan yurttasi hakkindaki son derece özel bilgileri, kanunlari ihlal ederek, hem de FBI ve CIA'nin cesaret edemedigi yöntemleri kullanarak dosyalamisti. Bunun için de FBI'da görevli olan pek çok istihbaratçiya rüsvet vermisti. Bu FBI mensuplari, zaman zaman ADL tarafindan Israil'e düzenlenen bedava turlara da katiliyorlardi.

    Aslinda ADL'nin FBI'yla ilgisi, 1960'li yillardan beri sürüyordu. II. Dünya Savasi'nin ardindan ADL yöneticileri ile FBI sefi Edgar J. Hoover arasindaki çok yakin bir iliski kurulmustu. 1960'li yillarda ise ADL, siyah lider Martin Luther King hakkinda elde ettigi bilgileri Hoover'a ileterek FBI için ajanlik yapti.55 (O siralar "insan haklari savunucusu" gözüken ADL, Martin Luther'le çok içli-disliydi). Edgar Hoover'in yüksek dereceli bir mason, hatta "Tapinakçi" ve de homoseksüel olduguna ise bir önceki bölümde deginmistik.

    ADL'nin bir baska kirli yöntemi daha vardir: Yapay antisemitizm üretmek... Bu örgütün Amerika'da antisemitizmle savasmak iddiasiyla kuruldugunu belirtmistik. Yaptigi düsünce kontrolünün, Israil'i elestirenler üzerinde kurdugu baskinin tek dayanagi, "antisemitizm tehdidi" iddiasidir. Dolayisiyla ADL, antisemitizmin varligina muhtaçtir. Bu yüzden de, antisemitizm olmadigi yerde, onu üretme yoluna gitmektedir. (Bu geleneksel yöntemin Israil devleti tarafindan da yogun olarak kullanildigini bir sonraki bölümde görecegiz.) ADL'nin ürettigi yapay antisemitizmin ilginç bir örnegi, ADL üyesi Arnold Forster'in yillar önce bir sinangogun duvarlarina gamali haçlar çizerken yakalanmasiydi. Benzer taktikler ADL'nin "cephe" örgütü JDL tarafindan da kullanilmaktadir: Associated Press'te yer alan bir habere göre, JDL'nin Bati Yakasi liderlerinden Irving Rubin, kuzey Hollywood'da Beth Sar Shalom adli yahudi dini merkezinin bombalanmasi olayinda rol oynadigina dair ipuçlari üzerine tutuklanmis, delil yetersizliginden serbest birakilmistir. ADL'nin yapay antisemitizm üretmek için kullandigi kanallardan birisi de, az önce degindigimiz gibi bir B'nai B'rith-masonluk ürünü olan Ku Klux Klan'dir. The Ugly Truth about the ADL'de, ADL'nin Ku Klux Klan gösterileri düzenlettigi ve buralarda özellikle yahudi aleyhtari sloganlar attirdigina dair bilgiler yer almaktadir. Bir JDL lideri olan Mordechai Levy, Philadelphia'da Ku Klux Klan ve Amerikan Nazi Partisi'nin ortak bir miting düzenlemesini organize etmistir!...56

    ADL; Sekülerizmin Amerika'daki Bekçisi

    Tüm bunlarin yanisira, ADL'nin belki de en büyük icraati, Amerika'da sekülerizmi güçlendirmek ve genisletmek oldu. Bu yolda ADL'nin en büyük destekçisi ise her zaman oldugu gibi masonlardi.

    The Ugly Truth about the ADL'de, ADL'nin, Iskoç Riti masonlugu ile birlikte, "Amerika'yi paganlastirma" yönünde uzun bir mücadele verdigi anlatiliyor (pagan: putperest). Buna göre, bu ikili, Amerika'da Hiristiyanligi toplum hayatinin tümünden çikarmak ve din-aleyhtari bir laiklik yerlestirmek hedefindedir. Bu yönde simdiye dek atilmis olan adimlar, hep bu ikilinin çabalarinin sonucudur. Masonluk ve ADL isbirligi, Amerika'yi Hiristiyanliktan koparmak ve yerine "seküler hümanizm", yeni dinler ya da "Yeni Çag" (New Age) gibi ögretiler yerlestirmek amacina yöneliktir.

    ADL'nin masonlarla olan isbirligi, en çok Yüksek Mahkeme kararlarinda ortaya çikmistir. Amerikan hukuk sisteminin en üstünde yer alan Yüksek Mahkeme (Supreme Court), bizdeki Anayasa Mahkemesi'nin islevini görür; çikarilan kanunlarin Anayasa'ya uygun olup olmadigina karar verir. Mahkemenin en önemli özelliklerinden biri ise üyelerinin çok büyük bölümünün mason olusudur. Loca görünümündeki bu "anayasa mahkemesi"nin en büyük misyonlarindan biri ise laikligin güç ve etkisini genisletmektir. Mahkemenin tarihi, dinin toplum hayatindan tamamen çikarilmasina yönelik kararlarla doludur. Yüksek Mahkeme'nin bu konuda aldigi kararlar arasinda; devlet okullarinda her sabah yapilmasi önerilen duayla ilgili kanunun iptali, dini sembollerin kamu alanlarinda kullanilmasinin yasaklanmasi, dini bayramlarin kutlanmasinin yasaklanmasi, devlet okullarinda siniflarda Kutsal Kitap bulundurulmasinin yasaklanmasi, normal mahkemelerin dua ile açilmasinin yasaklanmasi gibi örnekler yer alir. Mahkeme'nin bu konudaki bakis açisi, Iskoç Ritine bagli 33. dereceden mason olan Hugo Black'in 10 Subat 1947 yilindaki bir açiklamasinda özetlenmistir. Black söyle demistir: "Anayasada bir dinin devlet eliyle tesis edilmesini yasaklayan madde, gerçekte din ile devlet arasinda kalin bir duvar örülmesini gerektirmektedir."

    Yüksek Mahkeme'nin bu sekülerizm misyonunun en büyük destekçisi ise yillardir ADL'dir. Iki ADL üyesi, Jill Donnie Snyder ve Eric K. Goodman'in kaleme aldiklari Friend of the Court, 1947-1982 adli kitapçikta da açikça belirtildigi gibi ADL "din ve devlet arasindaki kalin duvar"in basta gelen savunucusudur ve Mahkeme'nin dini toplum hayatindan çikarmaya yönelik uygulamalarinin hepsini büyük bir heyecanla desteklemektedir. Hatta kitapçikta yazildigina göre, ADL sözkonusu "duvarin daha da kalinlasmasindan" yanadir. Okullardaki din derslerinin kaldirilmasi ve benzeri uygulamalarin basta gelen savunucusu olan örgüt, çok defalar "ispiyonculuk" görevini de üstlenmis ve laiklige aykiri buldugu yerel bazi uygulamalari Yüksek Mahkeme'ye sikayet etmistir. ADL, Hiristiyanligi toplum yasamindan çikarmak için bu denli ugrasirken, bir yandan yeni türeyen bir takim sapkin dini akimlara da var gücüyle destek olmaktadir. Dindarlarin, bu örgütü "Amerika'yi paganlastirmak"la suçlamalarinin nedeni budur.57 Masonluk ve basta ADL olmak üzere yahudi lobisi, Amerika'nin "zinde güçleri" konumundadirlar...

    Yahudi önde gelenleri ve masonluk arasindaki Ittifak'in Amerika'yi daha da sekülerlestirmek istemelerindeki amaç açiktir. Amerika'nin bir "hiristiyan" topragi olmasini degil, adi konmamis da olsa bir "yahudi topragi" olmasini hedeflemektedirler. Aslinda, sekülerizmin, ya da daha yerinde bir ifadeyle Yeni Seküler Düzen'in (Novus Ordo Seclorum) üretilmesindeki gerçek amacin bu oldugunu söyleyebiliriz. 2. bölümde Ittifak'in hiristiyan dini otoritesine karsi giristigi uzun savasi ve bu savasin bir parçasi olarak ürettigi sekülerizmi incelemistik. Amerika'da ya da baska bir yerde yapilan "daha da sekülerlesme" hareketleri, bu büyük planin, tüm dünyayi kapsayan bir yahudi egemenligini öngören Mesih Plani'nin birer parçasidir. Yahudi egemenligi, bu egemenlige temel prensipleri nedeniyle karsi çikacak olan diger dinleri tasviye etmeye çalismaktadir.

    Ancak burada ilginç bir istisnanin varligindan söz etmek gerekiyor: Yahudi egemenligi, genel olarak diger dinlerin zayiflatilmasini gerektirirken, bazi Hiristiyan mezhepleri bu kuralin disinda kalmaktadir. Çünkü bu Hiristiyan, daha dogrusu Protestan mezhepleri, Yahudilik'ten etkilenmis, yahudi dini kaynaklarini benimsemis ve yahudi dünya egemenligi hedefini de onaylamis durumdadirlar. Kitabin önceki bölümlerinde, en basta Püritenlik ve onun türevleri olan bazi Hiristiyan mezheplerinin yahudilere olan ilginç bagliligina ve Mesih Plani'na verdikleri destege deginmis, bu mezheplere bagli kisilerin "Hiristiyan Siyonistler" sifatini kazandiklarini görmüstük.

    Iste yahudi egemenligine engel çikarmayan, aksine onu destekleyenler, sözkonusu "Hiristiyan Siyonistler"dir. Ve bu "judaizer" mezheplere bagli olanlar, geçmiste Mesih Plani'ni destekledikleri gibi bugün de desteklemektedirler. Amerika'nin üzerindeki yahudi egemenliginin önemli bir boyutu da budur.

    Dolayisiyla simdi, modern Hiristiyan Siyonistleri ya da bir baska deyisle çagdas Püritenleri incelemek gerekmektedir.

    Amerika'nin Çagdas Püritenleri

    Siyasi Siyonizm'in ilk büyük önderi olan Theodor Herzl, ilk siyonist Kongre'yi 1897 yilinda Isviçre'nin Basel kentinde toplamisti. Bu ilk kongrenin ardindan hizla gelisen Siyonist hareket, 3. bölümde inceledigimiz gibi önündeki engelleri bertaraf ederek hedefine, yani Yahudi Devleti'ne yürüdü.

    1985 Agustosunda yine Basel'de, yine ilk kongrenin yapildigi salonda bir Siyonist Kongre daha yapildi. Oldukça genis kapsamli olan kongreye 27 ayri ülkeden 589 delege katildi. Ancak bu kongrenin, Theodor Herzl'in düzenledigi ilk Siyonist Kongre'den önemli bir farki vardi. Ilk Siyonist Kongre'ye katilanlarin tümü yahudiydi; oysa ikincisinde çok az yahudi vardi. Çünkü Kongre'nin adi "I. Hiristiyan Siyonist Kongresi"ydi, Kudüs Uluslararasi Hiristiyan Elçiligi tarafindan düzenlenmisti ve katilimcilarin da büyük bölümü hiristiyandi... Üç gün süren kongrenin sonucunda bazi tavsiye kararlari alindi. Bunlar arasinda, tüm dünya yahudilerinin Israil'e göç etmeye çagrilmasi ve Israil'in 1967'de isgal etmis oldugu Bati Seria'yi resmen ilhak etmesi talebi yer aliyordu. Kisacasi, Hiristiyan Siyonistler, Siyonizm'in daha da ileri gitmesini, isgal ettikleri topraklari daha fazla "yahudilestirmesini" talep ediyorlardi. Bir ara dinleyici siralarinda oturan ilimli bir Israilli, ayaga kalkarak son cümledeki ifadenin biraz yumusatilmasinda yarar olabilecegini, çünkü Israil halkinin da yaklasik üçte ikisinin Bati Seria'nin ilhakina karsi oldugunu söyledi. Bunun üzerine öfkelenen Uluslararasi Hiristiyan Elçiligi temsilcisi Van der Hoeven, söyle bagirdi: "Israillilerin ne düsündügü umurumuzda degil; biz Tanri'nin ne söyledigine bakariz. Ve Tanri, o topraklarin yahudilerin mali oldugunu söylüyor."

    Kisacasi kraldan daha çok kralci kesilen "Hiristiyan Siyonistler", Israillilerden daha da radikal birer Siyonist durumundaydilar. Bu kuskusuz oldukça garip bir durumdu ve ortaya pek çok soru isareti atiyordu.

    Prophecy and Politics: Militant Evangelists on the Road to Nuclear War adli kitabinda Basel'deki sözkonusu Siyonist kongreyi üstte verdigimiz detaylariyla anlatan Amerikali bayan gazeteci Grace Halsell, bu soru isaretlerine önemli cevaplar bulmaktadir. Amerika'daki köktenci Protestan cemaatlerinin (Evanjelikler) dini kaynaklarda, özellikle de Eski Ahit'te (Muharref Tevrat) yer alan kehanetleri siyasi olaylari tanimlamak için nasil kullandiklarini arastiran yazar, kitabinin büyük kisminda Amerika'daki Evanjelikler ile Israil ve Israil lobisi arasindaki ittifaki inceler.58

    Evanjelizm, sözlük anlami yönünden, Kutsal Kitap'a yönelmek, dönmek anlamini tasir. Terim ilk kez Protestan Reformu sirasinda Luther ve onun baglilari için kullanilmistir. Ancak bugün için evanjelizm, Amerika'daki hiristiyan toplumunun tutucu kanadini ifade etmektedir. 20. yüzyil basinda ABD'de Protestanlar arasinda liberaller ve tutucular ayrimi basgöstermis, tutucular kendilerine önce "fundamentalist" (köktenci) adini vermis, sonralari da Evanjelikler olarak tanimlanmaya baslamislardir. Bu nedenle, Amerika'daki Evanjeliklerin, pek çok yönden, ülkenin kurucusu olan tutucu Protestan mezhebi Püritenlerin bir devami olduklari söylenebilir.

    Püritenlerin yahudilere ve Siyonizm'e olan ilginç bagliliklari ise çagdas Evanjelikler için ayni derecede geçerlidir. Bugün Amerika'da 40 milyonun üzerinde Evanjelik Protestan vardir ve bunlar, Eski Ahit'in; yahudilerin Tanri'nin Seçilmis Halki oldugu, Kutsal Topraklar'in yahudilerin mali oldugu, yahudilerin Mesih'in gelisi ile birlikte bir dünya egemenligine ulasacaklari gibi hüküm ve kehanetlerini tamamen kabul ederler. Bu nedenle de, bu konuda kendilerine düsen en büyük misyonun, yahudilerin egemenligine destek olmak oldugunu düsünürler. Bu destegin en pratik yöntemi, Amerika'nin Israil'e yaptigi dis yardimi desteklemektir.

    Grace Halsell, Prophecy and Politics'te, Amerika'daki Evanjelik cemaatlerin, günümüz politik olaylarini Eski Ahit'e göre yorumlamalarin ve bu noktadan hareketle Israil'e destek olmalarini konu edinir. Hal Lindsey, Jerry Falwell, Jimmy Swaggart, Pat Robertson gibi Evanjelik liderlerinin, savunduklari ve cemaatlerine verdikleri bakis açisini söyle özetler:

      Lindsey, Falwell, Swaggart ve Robertson'in ve 40 milyonu askin Evanjelik fundamentalistin savunduklari inanç sistemi, Kutsal Kitap'ta anlatilan Siyon topragi ve çagdas Israil devleti üzerinde odaklanmaktadir. Ve bunlar, Eski Ahit'teki tarihsel Siyon topragi ile çagdas Israil Devleti'ni ayni sey saymaktadirlar.59
    Halsell, Evanjelik cemaatlerin Kutsal Topraklar'a düzenledigi turlara katilmis, onlarla uzun röportajlar yapmis ve sahip olduklari inanç sistemini ayrintili bir biçimde analiz etmistir. Kitap boyunca vurgulanan önemli nokta sudur: Hiristiyan Evanjelikler; kendilerini "Tanri'nin Seçilmis Halki" olarak gören, diger tüm irklardan üstün olduklarini, onlari yönetme hakkina sahip bulunduklarini ve Mesih'in gelisiyle birlikte bunu gerçege dönüstürüp bir dünya egemenligi elde edeceklerine inanan yahudilerle tümüyle ayni inanca sahiptirler. Yahudilerin üstün olduklarini kabul etmekte, kendilerini ise onlara destek olmakla yükümlü kisiler olarak görmektedirler. Halsell, Evanjelik cemaatlerinin önde gelen isimlerinden biri olan John Walvoord'un bu konuda kendisine söylediklerini aktariyor:
      Walvoord, bana tüm Evanjeliklerin inandigi seyi söyle açikladi; Tanri, tüm insanlara ayni sekilde bakmamaktadir. Insanlari iki kategoriye ayirir; yahudiler ve yahudi-olmayanlar. Tanri'nin bir dünyevi bir de uhrevi olan iki plani vardir. Dünyevi olan yahudiler içindir. Uhrevi olan ise yeniden-dogmus (Evanjelik) Protestanlar içindir. Öteki insanlar, örnegin budistler, müslümanlar ya da Evanjelik olmayan insanlar, Tanri için önem tasimazlar.60
    Bu ilginç inanca göre, yahudiler Tanri'nin Seçilmis Halki'dir ve onlar için dünya egemenligini öngören ilahi bir plan hazirlanmistir. Evanjelikler ise bu plana destek olacaklar ve kendileri için gerçek kurtulus ahirette gerçeklesecektir. Yahudiler için kurulmus olan plan—ki Evanjeliklerin "ilahi" sandiklari bu plan, kitabin basindan beri inceledigimiz, Kabalacilar tarafindan hazirlanmis olan Mesih Plani'ndan baska bir sey degildir—Mesih'in gelisiyle amacina ulasacaktir. Mesih geldiginde yahudiler ve onlara destek olan Evanjelikler bir yanda, "yahudilerin düsmanlari" (ki bu en basta müslümanlari içermektedir) öteki yanda yer alacak, iki taraf arasinda büyük bir savas, Armagedon, yasanacak ve yahudiler bunu kazanarak bir dünya egemenligi elde edecektir.

    Grace Halsell, kitabinda Evanjeliklerin sahip oldugu bu garip inancin çarpici bir örnegini, Georgia'li bir finans yöneticisi olan "Brad"le yaptigi uzun görüsme ile aktarir (Brad'in soyadi istegi üzerine verilmemis). Halsell, Brad'den aldigi cevaplarin, Amerika'daki 40 milyonu askin evanjeligin sahip oldugu inanci en iyi sekilde özetledigini söylüyor. Halsell, bu "prototip" Evanjelikle olan diyalogunu söyle aktariyor:

      ... Bir gün Israil'deki kutsal bölgelere düzenlenen tur sirasinda Brad ile olan sohbetimiz, onun iç geçirerek 'keske yahudi dogmus olsaydim!' demesi ile kesildi... Bunun üzerine, ona Tanri'nin yahudilere diger insanlardan daha farkli bakip bakmadigina yönelik bir soru sordum. 'Elbette' dedi, Tanri'nin evreni yarattigini ve sonra özel kutsayisini yalnizca yahudilere verdigini söyledi. Bu nedenle, ona göre, yahudiler diger insanlardan farkli ve onlardan üstündüler. Brad daha sonra tüm Kutsal Topraklar'in da Tanri tarafindan yahudilere verildigini söyledi ve bununla ilgili Eski Ahit ayetlerini gösterdi. Tekvin bölümünün 15. babindaki 18. ayeti de okuyarak 'Misir nehrinden Firat'a uzanan tüm topraklarin yahudilere ait oldugunu anlatti... Daha sonra Brad'e, Eski Ahit'teki antik Israilogullari ile bugünkü Israil Devleti'nin ayni sey olup olmadigini sordum. Su cevabi verdi: 'Elbette, 3.000 ya da daha da fazla bir süre önce kurulan Ibrani milleti ile 1948'de kurulmus olan Yahudi Devleti tamamen ayni seydir. Kutsal Kitap, Israil'in yeniden kurulacagini haber verir ve 1948'de gerçekten de kurulmustur. Bu, Kutsal Kitap'a olan inancimizi güçlendirir.' ... Brad, insanligin yahudiler ve yahudi-olmayanlar olarak iki ayri irka bölündügü ve Tanri'nin da her zaman yahudilerin tarafinda oldugu konusunda son derece israrliydi ve yolculuk boyunca beni buna ikna etmeye çalisti... Bir defasinda aynen sunlari söyledi: "Yahudi-olmayan, pagan (putperest) anlamina gelir; dünyada yalnizca paganlar ve yahudiler vardir. Ve ben de pagan olmak istemiyorum'... Bunun üzerine ona neden kendisinin ve diger Evanjeliklerin topluca Yahudiligi seçmediklerini sordum, hiristiyan yerine yahudi olsalar daha rahat etmezler miydi?... Bana 'hayir' cevabini verdi, 'hiristiyanlar olarak bizim görevimiz, yahudilere destek olmak, onlara her hareketlerinde yardim etmek, onlara her hareketlerinde destek olmak'. Bu nedenle Brad, Israil'in her türlü politikasini desteklemeye kararliydi. Örnegin Israil'in Lübnan'i isgalinin tamamen hakli bir operasyon oldugu düsüncesindeydi. 'Aldiklari Arap topraklari, onlara Tanri tarafindan verilmis topraklardir' diyor ve ekliyordu, 'daha fazlasini da almalilar'. Ona 'Israil'in Lübnan isgali Kutsal Kitap'ta yer aliyor mu?' diye sordugumda da söyle dedi: 'Evet, bu kehanetin bir parçasiydi'.61
    Grace Halsell'in aktardigi bu Evanjelik teolojisi, Martin Luther ile baslayan büyük dönüsümün, Mesih Plani'ndaki misyonunu yeterince yerine getirdigini gösteriyor. Kitabin ilk iki bölümünde, Protestanligin, yahudiler ve onlarla Ittifak içindeki Tapinakçi/masonlar tarafindan bilinçli olarak üretildigini, Luther'in baslattigi Eski Ahit'e dönüs hareketinin gerçekte Mesih Plani'nin bir parçasi oldugunu incelemistik. Püritenlikle birlikte zirveye Eski Ahit'e dönüs hareketi, yahudi önde gelenlerine gönülden destek olan, Mesih Plani'nin gerçeklesmesi için gönüllü yardimcilik yapan bir grup hiristiyan olusturmustu. Günümüzdeki Evanjelikler, Mesih Plani tarihinin dönüm noktasi olan Protestanligin gerçekten de Plan'a büyük katkida bulundugunu göstermektedir.

    Durum o denli ilginçtir ki, Evanjelikler, Kabalacilarin Mesih'i getirmek için gerçeklestirmeye çalistiklari kehanetlere tamamen baglanmislardir. Kitabin önceki bölümlerinde, Kabalacilarin Mesih'in gelisi için kutsal kaynaklarda yer alan kehanetleri yerine getirmeye karar verdiklerini ve böylece 500 yillik Mesih Plani'ni uygulamaya koyduklarini inceledik. Bu yüzyil, bu kehanetlerin en sonuncularinin gerçeklesmesine sahne oldu. Israil devletinin kurulmasi, Kabalacilar tarafindan "Mesih'in ayak sesleri" olarak yorumlanmisti. Kudüs'ün ele geçirilmesi bir baska kehanetin yerine getirilmesiydi. Gerçeklestirilmesi gereken son kehanet ise SüleymanTapinagi'nin yeniden insasiydi (bkz. "Giris").

    Evanjelikler de tüm bu kehanetleri ayni Kabalacilarin ve diger yahudilerin yorumladigi gibi yorumlamakta, ayni yahudiler gibi kehanetlerin gerçeklesmesi ile birlikte Mesih'in gelecegine inanmakta ve bu kehanetleri gerçeklestirmeleri için yahudilere her türlü destegi vermeleri gerektigini düsünmektedirler. Grace Halsell, "Brad"in Mesih'in gelmesi için gereken kehanetlerle ilgili sözlerini söyle aktariyor:

      Kendisine Mesih'in gelisinden önce neler olmasi gerektigi soruldugunda Brad söyle cevap verdi: 'Birinci sart, yahudilerin Filistin topragina dönmeleri, ikinci sart ise burada bir yahudi devleti kurulmasidir... Israil Devleti'nin kurulmasi ve yahudilerin kendilerine Tanri tarafindan verilmis olan topraklara geri dönmesi, bizler için Mesih'in gelisinin çok yakin oldugunu ve Tanri'nin kutsal planinin islemekte oldugunun açik bir alametiydi. Benim açimdan, Israil Devleti'nin kurulmasi, modern tarihin en önemli gelismesidir, son zamanin ("ahir zaman") basladiginin açik bir göstergesidir çünkü. Tanri bize 1967'de bir isaret daha verdi. Bu isaret, Tanri'nin Yahudilere Araplar karsisinda zafer vermesi ve Yahuda ve Samiriye (Bati Seria) ile Kudüs'ün eski sehir kismini yahudilerin egemenligine sokmasiydi. 2000 yildir ilk kez Kudüs yahudiler tarafindan kontrol ediliyordu. Bir kez daha Kutsal Kitab'in kehanetlerinin dogruluguna inandim.62
    Evanjelikler Mesih Plani'na Kabalacilar ve öteki yahudiler kadar bagli olduklarina göre, Plan'i gerçeklestirmek için de onlar kadar çaba göstermektedirler. Ancak Evanjeliklerin Plan'daki rolü, dogrudan uygulama yönünde degildir, daha çok "lojistik" destek vermektedirler. Brad'in, "hiristiyanlar olarak bizim görevimiz, yahudilere destek olmak, onlara her hareketlerinde yardim etmek, onlara her hareketlerinde destek olmak" derken söyledigi gibi Evanjeliklerin misyonu yahudilere destek olmaktir. Nitekim uzunca bir süredir bu misyonu basari ile yerine getirmektedirler.

    Israil Lobisi ve Evanjeliklerin Politik Ittifaki

    Noam Chomsky, Türkçe'ye Kader Üçgeni adiyla çevrilen önemli kitabinda, Amerika'daki yahudi lobisinin gücünün önemli bir özelligine dikkat çeker: Amerika'daki Israil yanlilari, yalnizca Amerikali yahudilerden olusmamaktadir. Aksine, Israil'i israrli bir sekilde destekleyen büyük bir yahudi-olmayan çogunluk vardir. Chomsky, söyle diyor:
      Öncelikle, Seth Tillman'in 'Israil lobisi' dedigi olgunun Amerikali yahudi toplumu ile sinirli olmadigi belirtilmeli. Bu olgu, liberal zihniyetin büyük bir bölümünü, sendika liderlerini, dinsel fundamentalistleri, içeride devlet öncülügündeki yüksek teknolojili üretim (yani askeri üretim) ile disarida askeri bakimdan tehditkar ve maceraci, bunun yaninda—bu kategorileri yatay kesen—atesli ve savasmaya hazir her renk sirmadan apoletleriyle güçlü devlet aygitindan yana 'tutucular'ikapsamaktadir.63
    Chomsky, Israil yanlisi Amerikalilari bu dört kategoride topladiktan sonra, Evanjeliklerin Israil'e destek olmasinin ardindaki mantiga da deginir. Ona göre Evanjeliklerin bu tutumunun iki nedeni vardir. Birincisi, az önce degindigimiz teolojik nedenlerdir (Eski Ahit kehanetleri, yahudilerin "Seçilmis Halk" oldugu safsatasi vs.). Ikincisi ise iki tarafin da özellikle son dönemlerde ortak bir düsmana sahip olmalaridir. Ortak düsman, Islam'dir. Chomsky söyle diyor:
      Evanjeliklerle Siyonistlerin iki temel noktada yakinligi sözkonusuydu (birincisi Evanjeliklerin dini inançlari)... Ikincisi ve dolayli olani ise Evanjeliklerin Islam'la ilgili yorumlariydi: Arap halkin esaretinden, dünyadaki antisemitizmin büyük bölümünden ve Israil karsiti hissiyattan, Tanri'nin adini kirleten Islam sorumluydu.64
    Amerika'daki Evanjelik Protestanlarin yahudi lobisi ile kurmus olduklari ittifak, Israil lobisini konu edinen hemen her kaynakta vurgulanir. Evanjelik liderler, Israil'e yapilan Amerikan yardiminin artarak sürmesinde önemli bir pay sahibidirler. Yardimin yanisira, Israil'in bir tabu haline getirilmesi, Israil'i elestirmenin imkansiz hale sokulmasinda da Evanjelik propagandanin büyük bir rolü vardir. Evanjeliklerin en önemli liderlerinden biri ve Amerika'daki dini tutuculugun sembolü olan Moral Majority (Ahlaki Çogunluk) adli kurumun yöneticisi olan Jerry Falwell, Püriten teolojisindeki "judaizer" gelenegi politikaya aktararak söyle demektedir: "Sanmiyorum ki Amerika Israil'e sirtini dönsün ve sonra da ayakta kalmaya devam edebilsin. Diger milletler Israil milletine nasil davraniyorsa, Tanri da onlara öyle davranir." 65

    Falwell'in söylediklerinin anlami açiktir; Amerika eger Tanri'nin destegini yaninda bulmak istiyorsa, Israil'e destek olmak zorundadir. Amerika'nin "bekasini" Israil'e verdigi destege endeksleyen bu düsünce, oldukça etkilidir ve 40 milyonu askin evanjeligin yaninda diger Amerikali Protestanlari bile kimi zaman etkileyebilmektedir. Bir baska Evanjelik lider Mike Evans, "Israil, Amerika'nin Yasamini Sürdürebilmesinin Anahtari" (Israel, America's Key to Survival) adli televizyon programlari hazirlamis ve malum evanjelik edebiyatini milyonlara aktarmistir. Benzeri televizyon programlari, radyo yayinlari, Evanjeliklerin çikardigi çok sayida dergi ve gazete, sözkonusu telkini Amerikan toplumuna enjekte etmektedir. Evanjelikler, Kongre, Beyaz Saray ve resmi kademelerde de etkindirler ve tamamen Israil yanlisi bir faaliyet göstermektedirler. Evanjelik Kongre üyeleri ile AIPAC üyesi yahudi Kongre üyeleri arasinda Israil'e sadakat konusunda hiçbir fark yoktur. Ve Evanjeliklerin de amaci, ayni AIPAC ve diger yahudi örgütleri gibi Israil-yanlisi olmayan insanlarin seçilmesini engellemektir. Jerry Falwell, Israil'de yaptigi bir konusmada, "Israil yanlisi olmayan hiçbir adayin Amerikan Kongresi'ne seçilemeyecegi günler çok yakindir" demistir.

    Evanjelikler, Israil'in isgal politikasini da simdiye dek israrla desteklemislerdir. Bazilari daha da ileri giderek, Israil'den, daha fazla toprak isgal ederektüm Vaadedilmis Topraklar'i egemenlik altina almasini istemisler, örnegin Jerry Falwell, 6 Subat 1983'te yaptigi bir konusmada Israil'in Nil ve Firat nehirleri arasinda kalan tüm topraklari isgal etmesini "rica" etmistir. Falwell'in konusmasinda, Israil'in kismen isgal etmesini istedigi ülkeler arasinda, Irak, Suriye, Türkiye, Suudi Arabistan Misir, Sudan vardir; Ürdün, Lübnan ve Kuveyt'in ise tamamen isgal edilmesi sözkonusudur. Falwell, bu ilginç isgal kehanetinin ardindan da söyle demistir: "Tanri, kendisi için degerli olani (yani Israil'i) destekledigimiz için, Amerika'yi kutsamistir." 66

    Tüm bu ilginç demeçlerin sahibi olan, "kraldan çok kralci" olan Moral Majority lideri Falwell, Israil liderleri ile çok yakin iliskilere sahiptir. Geçmiste özellikle Likud liderleri Menahem Begin ve Yitzhak Samir ile çok yakin olan Falwell, Siyonizm'e yaptigi hizmetler adina Begin'den Vladimir Jabotinsky Madalyasi almistir (Jabotinsky: sag kanat Siyonizmin kurucusu, Likud Partisi'nin ideolojik öncüsü.) Falwell, dünyada bu madalyayi alan ilk "goyim", yani yahudi-olmayandir. Bu arada, Falwell'in Israil'e bu denli ilginç bir destek vermesinin nedenleri arasinda, temsil ettigi dini akimin teolojisi yaninda, kisisel çikarlarinin da rol oynadigi söylenebilir. Çünkü Israilliler, Falwell'in—ve diger Evanjelik liderlerin—hizmetlerini karsiliksiz birakmamaktadirlar. Grace Halsell, bir makalesinde, eski Likud hükümetindeki Savunma Bakani Mose Arens'in, Falwell'e özel bir jet uçagi "hediye ettigini" yazar.67 Falwell'in performasinin nedenlerinden biri, aldigi bu ve benzeri "rüsvet"lerdir bir baska deyisle...

    Evanjeliklerin ABD içindeki politik güçleri ve dolayisiyla da Israil'e destek olabilme yetenekleri giderek artmaktadir. 1980'li yillarda Jerry Falwell'in önderligindeki Moral Majority, Evanjeliklerin en güçlü siyasi organizasyonuydu. 80'lerin sonunda Moral Majority yönetimi bazi mali skandallara karisinca bu örgüt dagildi ve hemen ardindan Evanjelikler bu kez de Christian Coalition adli örgütü kurdular. Cumhuriyetçi Parti içinde önemli bir destege sahip olan ve ülke içinde büyük bir örgütlenme olusturan Christian Coalition, Amerika'nin en güçlü siyasi organizasyonlarindan biri haline gelmis durumda.68

    Armagedon'a Dogru!...

    Grace Halsell, Prophecy and Politics: Militant Evangelists on the Road to Nuclear War'da (Politika ve Kehanet: Militan Evanjelikler Nükleer Savas Yolunda), adinda da anlasildigi gibi Evanjeliklerin nükleer savas hesaplarini yogun olarak vurgular. Bu nükleer savas, Kitab-i Mukaddes'te Armagedon olarak adlandirilan savastir.

    Evanjeliklerin teolojik Siyonizm inancinda Armagedon beklentisi önemli bir yer tutar. Eski Ahit'e göre, kiyametten bir süre önce, Mesih'in gelisiyle birlikte Mesih'e tabi olan yahudiler ve onlarin düsmani olan "goyim" arasinda büyük bir savas, bir Armagedon, yasanacak, yahudiler büyük kayiplara ragmen bu savasi kazanacak ve yeryüzünün egemenligini ele geçireceklerdir. Evanjelikler, Armagedon'un çok yakin oldugunu, bu büyük savasin içinde bulundugumuz insan nesli tarafindan görülecegine inanirlar. Onlara göre, bugünkü Israil ordusu, yakinda Armagedon'da "goyim" ile savasacak olan ordudur. Dolayisiyla Israil'in askeri gücünü artirmak için ellerinden geldigi kadar çalismalari gerektigine inanirlar. Özellikle de Israil'in nükleer gücüne önem verirler; çünkü Armagedon'un büyük ölçüde nükleer bir savas olacagi düsünülmektedir.

    Soguk Savas'in bitimine kadar, Evanjelikler, Armagedon'un Rusya'nin önderligindeki bir Arap koalisyonu ile Israil arasinda geçecegini düsünüyorlardi. Nedeni basitti; Israil'in önceki savaslari—özellikle Alti Gün ve Yom Kippur savaslari—Sovyet destekli Arap devletleriyle olmustu. Ancak 1990'larin hemen basinda Soguk Savas bitti ve Rusya anti-Israil cephenin sponsorlugunu kesin olarak birakti. Araplar da, özellikle son FKÖ-Israil anlasmasi ile, bir bütün olarak Israil aleyhtari olmadiklarini gösterdiler. Bu nedenle Armagedon için biçilen yeni düsman, Israil'e karsi olusan ve liderligini Iran'in yaptigi Islami cephedir. Evanjelikler, Israil ile müslümanlar arasinda nükleer bir savas beklemekte ve Israil'in silahlanma politikasini, özellikle de nükleer programini bu hedefe uygun olarak desteklemektedirler.

    Bu satirlari okuyan birisi, tüm bu Armagedon hikayesinin yalnizca bazi radikaller tarafindan kabul gören marjinal bir batil inanç oldugunu sanabilir. Oysa durum hiç de böyle degildir ve zaten sorun da budur. Armagedon'la ilgili olarak saydigimiz beklentiler, tüm Evanjelikler ve Evanjelik teolojisinden etkilenen diger bazi Protestanlar tarafindan benimsenmektedir. Bu nedenle de, Amerikan devlet aygiti içindeki pek çok üst düzey görevli, pek çok Kongre üyesi ya da hükümet yetkilisi, Armagedon inancina siki sikiya baglidir. Hatta, bu inanç, Amerikan sisteminin en tepesinde, Beyaz Saray'a bile ulasmistir; 1980-1988 arasinda Beyaz Saray'da oturan Ronald Reagan (solda), Armagedoncu"larin basinda gelmektedir.

    Grace Halsell, kitabinin Reagan: Arming for a Real Armageddon (Reagan: Gerçek Bir Armagedon Için Silahlanma) baslikli bölümünü Baskan'in Armagedon teolojisine olan inancina ve bu inancin onun dis politika kararlari üzerindeki etkisine ayirir. Evanjelik bir ailede yetisen Reagan, Evanjelik teolojisinin temelinde yer alan Seçilmis Halk, Mesih, Vaadedilmis Toprak gibi kavramlara olana bagliligini yasami boyunca korumustur. Halsell, Reagan'in yakin çevresiyle sik sik bu konulari konustugunu ve M. Tevrat'tan ayetler göstererek Armagedon'un ve Mesih'in gelisinin çok yakin oldugundan söz ettigini yazar. Jerry Falwell'le yakin iliskileri olan Baskan, bir keresinde ona, "Jerry, sik sik hizla Armagedon'a dogru ilerledigimizi hissediyorum" demis, 1980'deki seçim kampanyasi sirasinda da Evanjelik lider Jim Baker'la yaptigi sohbet sirasinda, "Armagedon'u görecek olan nesil, bizim neslimizdir" kehanetinde bulunmustu. Bu inançlarini yahudilerle de paylasiyordu; 1983 Kasiminda AIPAC'in yöneticilerinden Tom Dine'a telefon etmis, ona Armagedon'la ilgili olarak inandiklarini anlatmis, Eski Ahit'te hikayeleri anlatilan Ibranilerin, bugünkü Israil'le özdes oldugunu söylemisti.69

    Amerikali yahudi yazar Robert I. Friedman da Zealots for Zion adli kitabinda Reagan'in sözkonusu inançlarina yer verir. Friedman'in aktardigina göre, Baskan, Beyaz Saray'da bulundugu 8 yil boyunca da Armagedon inancina bagliligini korumustur. Reagan yönetiminden Robert McFarlane, Baskan'in anti-füze savunma sistemine olan ilgisinin asil olarak Armagedon beklentilerinden kaynaklandigini söylemektedir. Frank Carlucci ve Caspar Weinberger ise bir gün Baskan'la nükleer silahlarin önemi üzerinde konusurken, ondan Armagedon'la ilgili uzun bir vaaz dinlemislerdir. Reagan, 5 Mayis 1989'da ise biyografisini yazan Lou Cannon'a, Israil'in Tapinak Dagi (su anda üzerinde Mescid-i Aksa'nin bulundugu, eski Süleyman Tapinagi'nin yeri) üzerindeki egemenliginin, Armagedon'un yakinliginin önemli bir alameti oldugunu anlatmistir.70

    Dolayisiyla Reagan, Eski Ahit hükümlerine siki sikiya bagliydi, yahudilerin Seçilmis Halk olduklarina ve tüm Vaadedilmis Topraklar'in da onlara ait olduguna inanan bir Evanjelik, bir "judaizer"di. Bu konuda o denli profesyoneldi ki, Mesih'in gelisi için gerekli olan tüm kehanetleri ayrintili olarak incelemis ve Mesih Plani'nin bir kronolojisini çikarmisti. ABD Baskani, kitabin basindan bu yana inceledigimiz Mesih Plani'ni, Kabalacilar'in birbiri ardina gerçeklestirdikleri kehanetleri, önde gelen Evanjelik liderlerden Harald Bredesen'e söyle anlatmisti:

      Ilk önce, yahudiler, dünyanin dört bir yanina dagitilacaklardi. Ancak bunu yapmakla Tanri'nin isi bitmeyecekti. Tanri, Mesih'i yollamadan önce, bu kez ayni yahudileri dünyanin dört bir yanindan toplayacak ve Israil diyarina yerlestirecekti. Bu yahudilerin tasinmasinin nasil yapilacagi bile Eski Ahit kehanetlerinde anlatilmistir. Bazilarinin gemilerle tasinacagi, bazilarinin da yuvalarina dönen güvercinler gibi gelecekleri söylenmistir ki, bu yahudilerin gemiler ya da uçaklar yoluyla Vaadedilmis Topraklar'a tasinacagini gösterir.71
    Reagan, bu açiklamasinin ardindan, bir baska Mesih kehaneti olan Kudüs'ün ele geçirilmesinin, 1967'deki Alti Gün Savaslari ile gerçeklestigini hatirlatmisti. Mesih'in gelisinin artik an meselesi oldugunu da eklemisti.

    Görüldügü gibi Amerikan Baskani, Mesih Plani'nin varliginin farkindaydi ve isleyisini de büyük bir memnunlukla izliyordu. Bu nedenle de Harald Bredesen, "Reagan'in Tanri'nin Ortadogu ile ilgili amaçlarindan haberdar oldugu izlenimini edindim" demisti.

    Reagan'in bu Evanjelik inançlari, onun Ortadogu politikasini da temelden etkiledi. Halsell'in yazdigina göre, Reagan'in Libya'yi bombalamasinin nedenlerinden biri, bu ülkenin yakinda Armagedon sirasinda Israil'le savasacagini düsünmesiydi. 1985 Agustos'unda bu konudaki düsüncelerini, California senatörü James Mills'e açarak, M. Tevrat'in Hezekiel bölümü 38. babinda, inkarci uluslarin Israil'e saldiracagi ve Libya'nin da bunlarin içinde yer alacaginin yazili oldugunu, bundan dolayi Libya'dan nefret ettigini anlatmisti.72

    Reagan, yaklastigina inandigi Armagedon için Israil'i silahlandirmasi gerektigine de inaniyordu. Bu nedenle de Yahudi Devleti'ne yapilan silah yardimini daha da yükseltti ve Israil'in nükleer programina da destek oldu. Gazeteci James Mills, Baskan'in pek çok politikasinin bu "kutsal" amaca yönelik oldugunu, uyguladigi ekonomik politikalarda bile, Armagedon'u göz önünde bulundurarak, bazi kisitlamalar yaparak Israil'e yapilan yardim ve nükleer silahlanmaya daha çok pay ayirdigini söylüyor.73

    Ronald Reagan bir örnektir; Evanjelik kültürünün Amerika'nin Israil'e olan sadakatinde oynadigi rolü göstermekte, Yahudi Devleti'nin bazi hiristiyanlari nasil kendi Mesih Plani için kullandigini ortaya koymaktadir. Aslinda bu hiristiyanlarin Siyonizm'e verdikleri destek de Mesih Plani'nin bir parçasi olarak yorumlanmalidir; çünkü Evanjelik teolojisinin çekirdeginin 16. yüzyildaki Protestan Reformu sirasinda Martin Luther gibi "gizli-yahudi" ve Gül-Haç üyesi kimselerce bilinçli olarak üretildigini görmüstük. Bilinçli olarak üretilmis olan bu yahudi-taraftari Protestanligin Mesih Plani'nda kendisine biçilen rolü yerine getirdigini, su anda Israil'de Likud Partisi lideri olan Benjamin Netanyahu da 1986'daki bir konusmasinda vurgulamis, "Siyonist rüyayi gerçege dönüstürmek için yapilan tarihi isbölümü"nden söz etmisti. Sözkonusu isbölümü, Reagan örneginde oldugu gibi Amerikan devlet aygitinin en üst noktalarinda bugün de devam etmektedir. Grace Halsell, "Nil ve Firat nehirleri arasinda uzanan tüm Vaadedilmis Topraklar'in yahudilerin egemenligi altina girmesi için her gün dua eden üst düzey Amerikali hükümet görevlileri"nden söz eder.74

    Evanjelizm, Mesih Plani içindeki misyonunu korumayi sürdürmektedir. Bunun bir baska örnegi, Reagan'dan dört yil sonra Beyaz Saray'a oturan Bill Clinton'dir...

    Clinton Yönetimi ya da Amerika'nin Ilk Goyim Olmayan Hükümeti!...

    Önceki sayfalarda Israil ve onun lobisinin Baskan Bush'la olan ilginç iliskisine; önceleri aralari iyiyken sonradan kanli-biçakli düsman haline geldiklerine ve hatta Mossad'in Bush'u öldürmeyi planladigina deginmistik. Bu çatismanin dogal bir sonucu olarak, Lobi, 1992'deki Baskanlik seçimlerinde Demokrat Parti adayi Bill Clinton'a egilim gösterdi. Clinton da seçildiginde Israil'in istikrarli bir dostu olacagina dair tatminkar güvenceler verdi. 30 Haziran 1992'de Jewish Leadership Council'de yaptigi konusmada, "ben ABD ve Israil arasindaki dostlugun yeniden güçlü bir sekilde kurulmasinin önemine inaniyorum ve bunu gönülden istiyorum. Bush hükümeti zamaninda bozulan iliskiler beni gerçekten çok üzmüstür" demisti. Bunun sonucunda, Lobi var gücüyle onu desteklemeye basladi. Clinton'in seçim kampanyasina büyük miktarlarda yahudi dolarlari akmaya baslarken, bir yandan da basta New York Times ve Washington Post olmak üzere, Israil taraftari medya, Clinton'i destekleyen ve Bush'u karalayan etkili bir kampanya baslatti.

    Bu kampanya Clinton'in seçilmesinde önemli bir rol oynadi. Yeni Baskan, Lobi'nin destegiyle Beyaz Saray'a oturmustu ve Lobi'nin gelenegine göre, bu destegin diyetini de ödemesi gerekiyordu. Nitekim Clinton yönetimi, ilk günden itibaren Lobi'ye itaatkar olacagini gösterdi. Hatta ilk günlerde AIPAC baskani David Steiner'in bu konudaki bir ifadesi kamuoyuna sizmis ve Steiner istifa etmek zorunda kalmisti. O siralar Hürriyet'in Washington muhabiri olan Sedat Ergin bu konuda sunlari yaziyordu:

      Demokrat aday Bill Clinton'un secim zaferinden en çok hosnut olan kesimlerin arasinda ABD'deki musevi lobisi yer almaktadir... Musevi çevrelerde Clinton'a duyulan güvende Demokrat yönetim kadrolarinda Israil'e yakin pek çok uzmanin görev alacaginin bilinmesi de her halde önemli bir faktördür. AIPAC'in baskani David Steiner, geçenlerde: 'Little Rock'ta (Clinton'un Karargahi) pek çok adamimiz var. Yeni yönetime adamlarimizi sokacagiz' yolundaki sözlerinin yer aldigi teyp bandinin basina yansimasi üzerine istifa etmek zorunda kalmistir. Clinton'un Bush yönetimiyle koordinasyonunu saglayan geçis dönemi ekibinde (Transtion Team) dis politikadan sorumlu olan üç yetkilinin hepsi musevi kökenlidir: Leon Fuerth, Nancy Soderberg, Steve Solarz.75
    AIPAC Baskani, "Clinton'in karargahinda çok adamimiz var, yeni yönetime de adamlarimizi sokacagiz" seklindeki telefon konusmasinin basina yansimasi sonucunda belki istifa etmek zorunda kaldi ama bir sey degismedi. Lobi, gerçekten de Clinton yönetimine o zamana dek görülmemis sayida adamini yerlestirdi. Clinton yönetiminde görev alan yahudilerin sayisi o kadar fazlaydi ki, bazi yahudi dini otoriteleri, bu hükümetin artik bir "goyim" (Ibranice'de yahudi-olmayanlar anlamina gelir) hükümeti olmadigini, yani bir diger deyisle bir yahudi hükümeti oldugunu açikladilar. 1994 Ekiminde, Washington DC'deki Adath Yisrael sinagogunda Sabath konusmasini yapan hahambasi bu konuda söyle konusmustu:
      Amerikan tarihinde ilk kez olarak, artik diasporada yasadigimiz hissine kapilmiyoruz. Çünkü ABD, artik bir goyim hükümeti tarafindan yönetilmemektedir; aksine yönetimin her kademesinde, her karar asamasinda yahudilerin büyük rolü vardir. Bu nedenledir ki, yahudi seriatinda 'goyim yönetimi' kavrami ile baglantili olarak yer alan bazi kurallar, ABD için yenibastan gözden geçirilmelidir.
    Adath Yisrael sinagogu hahambasisinin bu sözleri, Israil'in günlük Ma'ariv gazetesinin 2 Ekim 1994 tarihli sayisinda Avinoam Bar-Yosef tarafindan yazilan bir makalede yer almisti.76 Avinoam Bar-Yosef, hahambasinin hakli sayilabilecegini, Clinton'in, hükümet kademelerinde, Baskan Reagan zamaninda baslayan yahudi etkisini artirmaya yönelik atamalari çok daha ileri noktalara tasidigini söylüyordu. Bunun çok belirgin örnekleri vardi.

    Yazida, Clinton'a her sabah CIA tarafindan aktarilan günlük brifingdensöz ediliyordu. Her sabah saat 6 civarinda CIA merkezinden yola çikan uzmanlar, CIA'nin uluslararasi istihbarat agindan ulasan bilgilerin kisa bir analizini 5-7 sayfalik bir rapor halinde Baskan'a sunuyorlardi. Baskan ise bu raporlari, 5 kisilik bir grupla tartisip inceliyordu: Baskan Yardimcisi Al Gore, Ulusal Güvenlik Danismani Anthony Lake, Beyaz Saray Personel Sefi Leon Panetta, Yardimci Ulusal Güvenlik Danismani Samuel ("Sandy") Berger ve de Baskan Yardimcisinin Ulusal Güvenlik Danismani Leon Perth. Bu bes kisiden ikisi, Berger ve Perth, birer yahudiydi, hem de gerekli irk bilincine sahip iki yahudi.

    Dis politika kararlarinin olusmasindaki en etkin organ olan Ulusal Güvenlik Konseyi'nin durumu ise daha ilginçti. Burada yahudilerin "goyim"lere karsi ezici bir üstünlügü sözkonusuydu; konseyin 11 üyesinden 7'si yahudiydi. Avinoam Bar-Yosef'in yazdigina göre, Clinton bu yahudileri özellikle dis politikanin karar verme mekanizmasinin tepesine yerlestirmisti. Bu yahudiler, Leon Perth'e ek olarak sirasiyla; konseyin baskan yardimcisi olan Sandy Berger, Baskan'in Ortadogu ve Güney Asya danismani Martin Indyk (daha sonra ABD'nin Israil Büyükelçisi oldu), Bati Avrupa danismani Dan Schifter, Afrika danismani Don Steinberg, Latin Amerika danismani Richard Feinberg ve Asya danismani Stanley Ross'tu.

    Yazida, bunun yanisira, Clinton yönetiminin her kademesinde, saglikprogramlari sorumlusundan basin ya da ekonomi danismanina kadar, yahudilerin çok belirgin bir çogunluga sahip olduklari anlatiliyordu. Clinton'in Beyaz Saray'daki özel projeler danismani Rahm Emmanuel bu yahudilerin en ilginçlerinden biriydi; babasi, 1940'li yillarda Arap ve Ingiliz hedeflerine Menahem Begin'in önderliginde kanli saldirilar düzenleyen Siyonist terör örgütü Irgun'un üyesiydi. (Yazida, Amerika'daki "yahudi gücü"nün ulasmis oldugu zirvenin yalnizca hükümet kademeleriyle sinirli kalmadigi, yahudilerin ve özellikle de "bilinçli" yahudilerin toplumu yönlendirebilecek her alanda büyük bir etkinlige sahip olduklari söyleniyordu. Medya, bu alanlarin basinda geliyordu; Avinoam Bar-Yosef'in yazdigina göre, gazete yazarlarinin, editörlerinin, sahiplerinin, popüler televizyon yorumcularinin çarpici bir bölümü yahudilerden olusuyordu. Ve bunlar son derece "bilinçli" yahudilerdi; Associated Press ya da Washington Post yöneticilerinin düzenli olarak sinagoglara gittiklerine ve bu dini merkezlerde Israil bayraginin dalgalandirildigina dikkat çekiliyordu. Ayrica akademik çevrelerde ya da film endüstrisindeki yahudi etkinligi de olaganüstüydü).

    Clinton Beyaz Saray'inda yahudilerin agirligi o denli çarpiciydi ki, bir süre sonra, Beyaz Saray'da Ingilizce'den çok Ibranice konusuldugu, "good morning" yerine "salom" dendigi söylentileri dolasir oldu. Baskan, bir baska önemli atamasini da Mart 1995'te gerçeklestirdi; CIA'nin sefligine, yine bilinçli bir yahudi ve ayni zamanda Trilateral Komisyonu üyesi olan John Deutch getirildi.

    Bu arada Clinton yönetiminin ikinci adami olan Al Gore üzerinde de durmakta yarar var. 8 yil Temsilciler Meclisi"nde, 7 yil da Senato'da üyelik yapan Al Gore, bir "goyim" olmasina ragmen, son derece atesli bir Israil taraftariydi. Gore'un Clinton tarafindan Baskan Yardimcisi adayi olarak gösterilmesininin ardindan bu karari alkislayan bir yazi yazan Douglas Bloomfield, "Temsilciler Meclisi ve Senato'daki kariyeri boyunca, Al Gore, Baskent'teki en Israil-yanlisi politikacilardan biri olmustur. Israil'e yardim konusunda yapilan oylamalarda, % 100'lük bir Israil-yanlisi performans göstermistir. Senato'nun Silahli Kuvvetler Komitesi'nin üyesi oldugu siralarda da, Amerikan-Israil stratejik isbirliginin en atesli taraftari olmustur" diyordu.77 Al Gore'un Israil ve Lobi'yle olan iliskilerinin uzun bir geçmisi vardi. 1986 yilinda ADL tarafindan düzenlenen bir turla Israil'i ziyaret etmis ve orada önemli görüsmelerde bulunmustu. AIPAC'ten Lewis Roth, "Gore'un seçilmesi büyük bir kazanç" diyordu, "son derece Israil-yanlisi bir insan ve buradaki yahudi toplumuyla da mükemmel iliskileri var." Amerikan Yahudi Kongresi Baskani Robert Lifton ise Gore için söyle diyordu: "Amerikan-Israil iliskisine bütün gücüyle destek veren bir politikaci."

    Yahudi lobisinin destegiyle seçimi kazanan, karar verme mekanizmalarinda bu denli yahudi barindiran ve içindeki "goyim"lerin bile atesli Israil yanlilarindan olustugu Clinton yönetimi, dogal olarak tamamen Israil'e bagli bir dis politika izlemeliydi. Öyle de oldu. Paul Findley, Clinton yönetiminin, Amerikan tarihinde Israil'in isteklerine en olumlu yanit veren hükümet olduguna dikkat çekiyordu. Clinton, önceki Bush yönetiminin aksine, Israil'in isgal altindaki topraklarda yeni yahudi yerlesim birimleri insa etmesine hiçbir itiraz getirmiyordu. Daha da ilginci Clinton yönetiminin Gazze Seridi, Dogu Kudüs ve Bati Seria'yi tanimlamak için yaptigi terim degisikligiydi. O ana kadar ki tüm Amerikan yönetimleri, uluslararasi hukukun bir geregi olarak, Israil'in 1967'de silah zoruyla ele geçirdigi bu topraklari "isgal altindaki topraklar" (occupied territories) olarak tanimlamisti. Oysa Clinton yönetimi, bu terimi birakmisti; Gazze Seridi ve Bati Seria için artik "ihtilafli topraklar" (disputed territories) deniliyordu. Dogu Kudüs ise "ihtilafli" bile sayilmiyordu. Amerikan yönetimi, "Birlesik Kudüs'ün Israil'in ebedi baskenti" oldugu seklindeki yahudi tezini tamamen onaylamis durumdaydi.78

    1994'teki Kongre seçimlerinde AIPAC eskisi kadar etkin davranmadi; çünkü siyasi yorumcularin söyledigi gibi artik Beyaz Saray'i kontrol etmek için Lobi'nin Kongre'yi kullanmasina gerek yoktu; Beyaz Saray zaten Lobi'nin kontrolündeydi. Aslinda Kongre de Lobi'nin güçlü bir müdahalesine gerek kalmadan Israil yanlisi hale gelmisti. Senato çogunluk lideri Robert Dole ve Temsilciler Meclisi baskani Newt Gingrich, Israil'in iki atesli destekçisiydiler. Sik sik AIPAC toplantilarinda boy gösteren Dole ve Israil'e olan yakinligi nedeniyle "Knesset baskani" diye alaya alinan Newt Gingrich, Amerika'nin Israil Büyükelçiligi'ni Kudüs'e bir an önce tasimasi ve böylece Kudüs'ün tümünün Israil'e ait olundugunun kabul edilmesinin basta gelen savunuculariydilar.

    Clinton'in Lobi'nin büyük destegiyle yürüttügü seçim kampanyasi sirasinda, Hillary Clinton, AIPAC'in baskani David Steiner ve direktörü Tom Dine (solda) ile AIPAC tarafindan düzenlenen Demokrat Parti toplantisinda. Clinton, Iran' ambargo kararini Dünya Yahudi Kongresi toplantisinda açiklayarak Israil ve Lobi'ye jest yapti. Yanda, bu kongre sirasinda Simon Peres'le birlikte kutsal "kippa"yi giymis halde...

    Clinton'in Iran'a yönelik politikasinin da mimari, gerçekte Beyaz Saray'i kontrol eden Lobi'ydi. Iran'a karsi uygulanacak baski politikasi, ilk olarak Ortadogu ile sorumlu Ulusal Güvenlik Danismani Martin Indyk tarafindan gündeme getirilmisti. "Bilinçli" bir yahudi ve eski bir AIPAC üyesi olan Indyk, Iran'a karsi "dual containment" (çifte kusatma) politikasini uygulamaya sokmustu. Bu politika, 1995 basinda ekonomik ambargoya dönüstü. 1995 Martinda, Iran ile Islam Devrimi'nden bu yana Hürmüz bogazinda petrol çikartma ve sevkiyati için anlasma yapan ilk Amerikan sirketi olan Coneco'nun Tahran'la yaptigi 1milyar dolarlik anlasma, Clinton yönetimi tarafindan iptal edildi. Ancak olayin bir de perde arkasi vardi. Cengiz Çandar'in kösesinde yazdigi gibi aslinda, devreye Israil lobisi girmis ve Coneco'nun bagli bulundugu ana sirketin en büyük hissedari bulunan Amerikan Yahudi ailesi Bronfman kanaliyla, Iran-Coneco anlasmasinin iptalini saglamisti.79

    Israil'in Iran'a yönelik son tavri ise bu ülkeye resmi olarak Amerikan ambargosu koydurmak oldu. Clinton, 1 Mayis 1995'te New York'ta Dünya Yahudi Kongresi'nin toplantisinda, Iran'a ekonomik ambargo kondugunu ve tüm müttefiklerinden de bu uygulamaya katilmalarini beklediklerini açikladi. Amerika'nin ilk "goyim olmayan" hükümeti tarafindan açiklanan bu karar, yalnizca dünyadaki öteki "goyim olmayan" hükümet, yani Israil tarafindan destek gördü.

    Clinton yönetiminin tüm bu Israil baglantilarinin yanisira, bir de Clinton-Hillary çiftinin dini egilimleri Israil'le olan iliskileri açisindan önem tasiyordu. Prophecy and Politics'in yazari Grace Halsell, bir makalesinde, Clinton çiftinin Israil'e yaptiklari gezi sirasinda ortaya koyduklari "Hiristiyan Siyonist" egilimlerden söz etmisti. Clinton çiftinin tavirlari ilginçti, çünkü Halsell'in vurguladigi gibi her ikisi de "hiristiyan" olan bu ikili, Kutsal Topraklar'a yaptiklari gezi sirasinda hiçbir hiristiyan kutsal mekanini ziyaret etmemisler, hiçbir hiristiyan dini törenine katilmamislardi. (Oysa, Kutsal Topraklar'da, hiristiyanlar için kutsal sayilan pek çok yer ve mabet vardir). Buna karsilik, Clinton çifti, yahudi dini törenlerine büyük bir içtenlikle katilmislardi. Baskan, basina kutsal takke kippa'yi (ya da yarmulk) geçirmis ve Kudüs sokaklarinda gezmisti. Hillary ise ünlü Aglama Duvari'na gitmis ve yahudilerde adet oldugu üzere, duvarin taslari arasina üzerine dua yazdigi bir kagit parçasi sikistirmisti. Her ikisi de "hiristiyan" olan Baskan ve karisi, Hiristiyanlik'la ilgilenmeseler de, Yahudiligin ritüellerini titizlikle uygulamislardi. Halsell, bu ilginç durumla ilgili olarak Amerika'daki Hiristiyan otoritelerinden Dale Crowley ile konusmus ve ondan, "bu, Israillilerin Amerikan politikasini nasil kontrol ettiklerinin bir göstergesidir yalnizca" cevabini almisti.

    Halsell, Clinton çiftinin bu tavrinin, onlarin da Jerry Falwell ve benzeri Evanjelikler gibi "Israil kültü"nü dini inançlarinin en tepesine yerlestirmis olmalarindan kaynaklandigini söylüyor ve ekliyor; "Clinton da, diger tüm Hiristiyan Siyonistler gibi Israil'i tarihin—geçmisin, bugünün ve gelecegin—merkezine yerlestirmektedir." 80

    Kisacasi, Clinton, Evanjelik bir aileden gelmemesine karsin, Evanjelik egilimlere sahiptir ve Israil'i dini inançlari nedeniyle desteklemesi gerektigini düsünen bir Hiristiyan Siyonist'tir. Baskan, Knesset'te (Israil parlamentosu) yaptigi bir konusmada bu özelligini açiga vurarak, Baskan olmadan önce kendisiyle konusan bir rahibin, ona "eger Israil'i yalniz birakirsan, Tanri seni asla affetmez" dedigini ve bunu her zaman için hatirinda tuttugunu söylemisti...

    Bu bölümün basindan bu yana inceledigimiz tüm bilgiler, özellikle deAmerika'nin artik bir "goyim hükümeti" olmayisi, Yeni Dünya Düzeni kavramini anlamak için son derece önemlidir. Bölümün basinda, Yeni Dünya Düzeni'nin Amerika'yi yöneten elitlerin dünyaya egemen olma iddiasi olduguna deginmis, ancak bu egemenlik iddiasinin gerçek sahibini bulmak için sözkonusu elitleri incelemek gerektigini söylemistik. Amerika'nin bir "goyim hükümeti" tarafindan yönetilmedigini, diger bir deyisle bir "yahudi hükümeti" tarafindan yönetildigini bildigimize göre, dünyaya egemen olma iddiasindaki gücü de tanimlayabiliriz. Bu güç, yahudi önde gelenleridir; 500 yillik Mesih Plani'nin sonucunda gerçekten de bir dünya egemenligine yaklasmis durumdalar.

    Amerika, bu egemenlik için kullandiklari bir araçtir. Kabalaci Kolomb tarafindan "yahudiler için iyi bir yer" olsun diye kesfedilen, Püritenler tarafindan "Yeni Israil" e niyet edilerek kurulan, masonlar tarafindan "dünyanin ilk masonik cumhuriyeti" olarak ilan edilen, yahudilerin yönlendirmesi sayesinde "emperyalist" olan ve özellikle de son dönemde tüm önemli kurumlari yahudi önde gelenlerinin kontrolü altina giren Amerika, Mesih Plani için kullanilan bir aygittir. Buna karsi çikan Amerikan liderleri—Kennedy, Nixon ve belki de Bush gibi—tasviye edilirler, yerlerine itaatkar olanlar getirilirler.

    Iste Yeni Dünya Düzeni'nin anlami budur. Bu kavramin Amerika'daki yahudi gücünü en iyi biçimde temsil eden isimlerden biri olan Kissinger tarafindan üretilmis olmasi da bu yönden anlamlidir. ABD Büyük mührü'nde Novus Ordo Seclorum ibaresinin üstündeki masonik-Kabalistik sembol "üçgen içinde göz", Düzen'in yahudi olusunu ifade etmektedir.

    Amerika bir aygit olduguna göre, Mesih Plani'ni yakalayabilmek için, dünyanin öteki "goyim olmayan" hükümetine, Israil'e bir göz atmakta yarar bulunmaktadir. Çünkü, Mesih Plani'nin asamalari orada belirlenmekte, orada uygulanmakta ve Amerika'ya empoze edilmektedir.

    Bu nedenle, simdi, Yeni Dünya Düzeni'nin gizli liderini incelemek gerekmektedir.

Hiç yorum yok: